10 Kasım 2013 Pazar

40 Sayısının Gizemi

Günlük dilde pek çok deyimde kullandığımız kırk sayısı ne anlama geliyor?
'40' sayısı İslam toplumunun günlük yaşamında en çok kullanılan sayıdır. İçinde kırk sayısı geçen isim ve deyimlerin bazıları şunlardır:
Kırkpınar, kırk haramiler, kırk-ikindi yağmurları, kırk dereden su getirmek, kırk bir kere maşallah, kırk ev kedisi, kırk para, kırk yılın başı, kırk yılda bir, kırk yıllık dost, kırk katır mı-kırk satır mı, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının olması...
Kırk sayısının özel ve uğurlu bir sayı olduğuna, bazı tabiat varlıklarını temsil ettiğine çok eski çağlardan beri inanılır. Dinde, matematikte, astronomide, astrolojide, edebiyat ve tasavvufta ayrı ayrı anlamlan vardır.
Kırk sayısı eski Mısırlılarda gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir. Tevrat'ta da insanın yaş dönemlerini belirtir. Muhtemelen 'kırkından sonra azmak' veya 'kırkından sonra saz çalmak' deyimleri de buradan kaynaklanır.
Eski doğu ülkelerinde, Hindistan'da ve Türklerde büyük önem taşıyan kırk sayısı sonradan İslam inançları içersine girdi. Kırk sayısı Kuran'da ve onun hükümlerine dayanan hadislerde de geçer. Bunların biri de insanın 40 yaşında olgunlaşması ile ilgilidir. Hz. Muhammed'e 40 yaşında peygamberlik verilmesi, İslam dininin doğuşu sırasında ona ilk bağlananların kırk kişi olması, kadınlarda hamileliğin 40 hafta sürmesi de bu sayının kutsallığına olan inancı geliştirdi. İnsanın malının kırkta birini zekat olarak vermesi de bununla ilgilidir.
Ayrıca, insanlar tarafından Nuh tufanının 40 gün süren yağmurlardan sonra oluştuğuna, Tanrının Hz. Adem'in çamurunu 40 gün yoğurduğuna, dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi'nin kıyametten önce 40 yaşında ortaya çıkacağına ve kırk yıl yeryüzünde kalacağına inanılır.
Doğum yapmış kadınların çocukları ve ölüler için doğumdan ve ölümden sonra, 40 gün geçmesi daha sonra şerbet ve lokma dağıtılması ile 'kırkı çıkmak' deyiminin kullanılması da 40 sayısının özelliğine olan inançla ilgilidir.

İlluminati örgütü-Ortadoğu ve Türkiye üzerine emelleri

illuminati türkiye
illuminati başkanı illuminati örgütü

"CFR ve Bilderberg toplantılarda Illuminati yöneticiler ve üyeler'in
basına sızdıran söyledikleri birçok kişiye fantezi ürünü olarak
gelebilir ama, gerçek çoğu kez kurgudan daha çarpıcıdır. Türkiye
hakkındaki şaşırtıcı açıklamaları duyunca şaşıracaksınız. Bu
söylediklerini doğru olup olmamak amacıyla yaptığım araştırmalardan
hayal ürünü olmadığını anlayınca sürekli düşünmeye başladığımı itiraf
ediyorum.


Illuminati'nin yöneticiler ve üyelerinin nerede, nasıl ve ne zaman
konuştuklarını gizlemek zorundayım. Yoksa beni yaşatmazlar. Sadece
onların “italik” söylediklerini sizlerle paylaşabilirim. “İtalik”
olmayan yazılarım bana aittir. Yani kendim yazdım. Bu arada aşağıda
göreceğiniz “(…)”'ler, çevrili hatalı yüzünden bozuk konuşmalar bu
konudan çıkarılmıştır.

Bizi ve Türkiye'yi ilgilendiren konuşmalarını ele alarak başlıyoruz..
Yorumlarınızı da bekliyoruz.


Rockefeller açılış konuşmasını yaparak;

“Sayın üyeler, hepinizi saygıyla selamlıyor ve açılış konuşmamı
sunuyorum. her şeyden evvel, yüce liderimiz Lucifer'in örgütün başkanı
olarak bizim için seçtiği ve bize yönlendirdiği onüçüncü üyemizin
yakında bize katılacağının haberini almış bulunuyorum. Eski başkanımız
Siyonizm'in destekçilerinden değerli bilim adamı Albert Einstein'in
ölümüyle boşalan başkanlık koltuğu bir sonraki toplantımızdan önce
sahibini bulacaktır. Kendilerinin bu göreve layık çok değerli bir bilim
adamı olduğunu biliyorsunuz.”

Çağrıkurt- Kim bilim adamıymış?.. Henüz onun kimliğini tespit etmiş
değilim!?.. İnşallah tespit edebilirim ama bana göre büyük ihtimalle
Stephen Hawking olabilir. Albert Einstein Illuminati'nin başkanı
olduğunu duyunca şaşırmıştım. Ama 1950'li yıllarında İsrail Devleti'nin
Cumhurbaşkanlığı adaylığını istememişti.. Neyse ki devam edelim

“Şimdi toplantımızın asıl konularına geçiyorum. Bildiğiniz gibi
hedefimize adım adım yaklaşıyoruz. Kendimize ana ilke edindiğimiz Novus
Ordo Seclorum yönündeki çabalarımız sayesinde, tek bir dünya devleti
kurmamıza çok az kalmıştır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde ajanlarımız
sayesinde çıkarttığımız savaşlar ve karışıklıklar sayesinde hem biz
zenginliklerimizi kat kat artırdık, hem de bu işe yaramaz insan
sürüsünün bir kısmını yok etmeyi başardık. Gördüğünüz gibi bu yolda tek
çözüm felsefemiz olan Ordo Ab Chaos sayesinde bize bilge adamlar,
insanlığın efendileri olmaya devam edeceğiz.”

Çağrıkurt- Şimdi burada anlamadığımız yabancı kelimelerini bizim
dilimize çevirelim.
Novus Ordo Seclorum : Yeni bir Dünya Düzeni.
Ordo Ab Chaos : Kaostan kaynaklanan Düzen
Türkiye, Irak, Iran, Güney Amerika, Afrika, Gürcistan, Ukranya gibi pek
çok ülkelerde darbeler ve karışıkların arkasında Illuminati'ye hizmet
eden CIA ajanları olduğunu da biliyoruz!! Kaostan kaynaklanan Düzen
felsefesi şimdiye kadar duyduğum ve duyacağınız en korkunç ve kanlı
felsefesidir.

“Dünya New York'taki ikiz kulelere terörist saldırısı hikayesiyle
planladığı üzere bir kaosa doğru sürüklenmiştir. Avrupa ve Amerikan
halkları teröre karşı bütün destekleriyle yanımızdadırlar. Ortadoğu'da
amacımız doğrultusunda ve Eski Ahit'te Tanrı'nın emrettiği şekilde, Irak
 işgal edilmiş ve sıra Büyük İsrail Devleti'nin toprakları üzerindeki
diğer işgalci ülkelere gelmiştir. Irak't bir Kürt devletinin kurulması
için önümüzde çok az engel kalmıştır. Bu durumda Büyük Ortadoğu
Projesi'nin asıl amacının son aşamasına gelmiş bulunuyoruz.”

Çağrıkurt- İkiz kulelere terörist saldırısı arkasında gizli Amerikan
hükümet olduğunu zaten biliyorduk. Irak'ta Kürt devleti kurma yolunda
adım adım gerçekleşeceğini ve Üç'e bölüneceğini yavaş yavaş acıyla
görüyoruz!!!

“Hepinizin de bildiği gibi önümüzdeki en büyük engel Türkiye idi. Fakat
Türkiye önce ülke içindeki provokatörlerimiz tarafından çıkarılan terör
olaylarıyla ve daha sonra da yine bizim değerli ajanlarımızın uğraşları
sonucu yaratılan *** ile uğraşmak zorunda kalmış ve bu uğurda yüz
milyarlarca dolar harcamak zorunda kalmıştır. Bu da ülke ekonomisine
büyük bir darbe indirmiştir. Bunun yanında satın aldığımız ülke
yönetiminde söz sahibi, özellikle sabetayist kökenli bürokratlar ve
işadamları sayesinde ülkede bankalar batırılmış ve ödediğimiz paraların
çok daha fazlası bankalardan kaçırılan paralarla ülkemize yatırım olarak
 geri dönmüştür.”

Çağrıkurt- İyi bildiniz.. İyi analiz etmişsiniz.. ***, ASALA gibi
Masonların bir oyunudur. Ekonomimiz nereye gidiyor!!!

“Bu kaynakları ülkenin önemli medya kuruluşlarının çoğunluk hissesini
satın almak için kullanmış bulunuyoruz. Bizden de aldığı parayla çift
maaşlı ve hayatlarından oldukça memnun olarak çalışan yazarlar sayesinde
 ülke insanlarını istediğimiz gibi yönlendirebiliyoruz. Bu ülke
insanları yıllardır süren uygulamalarımız sayesinde kendilerini çaresi
hissediyorlar ve tek kurtuluş yolunun Avrupa Birliği'ne girmek olduğuna
inanıyorlar. Şu an Türkler, ülke ekonomisinin çok iyiye gittiği, Avrupa
Birliği'ne mutlaka girmeleri gerektiği ve girecekleri masallarıyla
uyutulmaktadır. Ama hiç düşünmüyorlar ki Avrupa Birliği, Birleşmiş
Milletlerden sonra bizim “Tek bir Dünya Devleti” yolunda attığımız büyük
 bir adımdır. Gerçek şudur ki, basit bir hareketimizle ülke ekonomisi
batma noktasındadır ve sadece bizim desteğimiz ile ayakta durmaktadır.”
Çağrıkurt- Tanıdığımız yazarlara lanet olsun. Türklükten utanan batı
hayranı yazarlar ve Orhan Pamuk gibiler başımıza bela oluyorlar. Devlet
bu hain işbirlikçileri tutuklansın artık!..

Bir mason Rockefeller'a dikerek sordu. “Peki İran konusunda neler
yapılıyor?”

Rockefeller cevap veriyor;

“Bir Kürt devleti kurulmasına itiraz eden bir diğer devlet İran'dır;
çünkü İran hükümeti kendi ülkesindeki Kürtlerin de ayaklanıp, bu
kurulacak olan Kürt devletine katılmak için olay yaratacaklarından
korkuyor; fakat İran zaten saldırı planlarımız içinde olduğu için bu
bizi fazla endişelendirmiyor. Kürt devleti kurulduktan sonra sıra İran
ve Suriye'ye gelecek. Irak hakkında söylenecek bir şey kalmadı, yönetim
tamamen elimize geçmiş bulunuyor.”

(…) Yine bir mason “Sayın Mesih(!) Bush bu konuda neler yapıyor” soran
Rockefeller hafifçe gülümsedi. (…) Duvardaki dev bir ekranda,
Türkiye'nin güneydoğu bölgesini, Suudi Arabistan, İran ve Mısır'ın bir
kısmını, Suudi Arabistan, İran ve Mısır'ın bir kısmını, Suriye, Lübnan,
Kuveyt, Filistin ve Ürdün'ün tamamını içeren Büyük İsrail Devleti'nin
olduğu bir Orta Doğu haritası görünüyordu. Rockefeller bir çubukla
haritada konuyla ilgili bölgeleri işaret ederek konuşmasını sürdürüyor:

“Sayın George Bush ile dün görüştüm ve talimatlarımız doğrultusunda
savaşın İsrail'in İran'a füze saldırısı şekilde yapılacak; önce İsrail
İran'ın nükleer tesislerini vuracak. Bu durumda büyük bir olasılıkla
İran karşı füze bize saldırısı yapacaktır. Böylece biz yine İsrail'in
yanında yerimizi alacağız ve İran'a karşı bir karalama kampanyasının
ardından bu ülkeye büyük bir saldırı başlatacağız. Bu arada, Suriye
sıranın kendisine geleceğini bildiği için İran'ın yer alacaktır. Biz
İran'a saldırılarımızı yoğunlaştırırken İsrail Suriye'yi İngiliz Ordusu
ile beraber işgal edecektir.”

Çağrıkurt- Rockefeller! Senin söylediklerin birer birer gerçek oluyor!..
 İran kolay bir lokma olmadığınız hepimiz biliyoruz. Bakalım İran'ı
nasıl yapacağınızı göreceğiz. Suriye konusunda bildiğimiz bir şey yok.

“Kafatası ve Kemikler Tarikatı'na ve dolayısıyla Yale Üniversitesi'ne
biz George Bush gibi itaatkar ve becerikli insanlar yetiştirdikleri için
 teşekkür borçluyuz” diye ekledi Rotschild.

Rockefeller başıyla onaylayarak konuşmasını sürdürüyor:

“Türk hükümetinin her hangi bir müdahalede bulunacağını sanmıyorum.
Suriye'nin ortadan kaldırılması ve İran halkının vaat edilmiş
toprakların dışında kalan topraklara sürülmesi ve orada kendilerine
bağımsız bir Şii devleti kurulmasına razı olacaklardır. Sonra sıra Kürt
devletinin İsrail'e ilhak edilmesine gelecek. Bu noktada sanırım Kürtler
 biraz başağrısı yapabilirler ama Barzani bildiğiniz gibi bir Kürt
Yahudisidir ve bizim tarafımızda yer alacaktır. Ayrıca Barzani babasının
 başına gelenleri çok iyi hatırlıyordur ve Emperyalist bir devletin
dostların her zaman Emperyalizme hizmet etmesi gerektiğini bildiğini ve
kaderlerine razı olacaklarını umuyorum.”

Çağrıkurt- Zavallı devletimizcik.. Bu konularda bir şey yapsın artık
Devlet duyun bizi!.. Devlet İran ve Irak'ta olanlara hiç göz
yummayınız..

“En son olarak Sina Yardımadası ve Suudi Arabistan'ın kuzey kısımları
işgal edilecek. Ürdün ve Lübnan ise işin en kolay kısmıdır. Suudi ve
Ürdün kralları Amerikan bankalarında yatan paralarına dokunmadığımız
sürece istediğimiz kadar toprak alabileceğimiz konusunda bize kesin
teminat verdiler. Diğer Araplar ise kendilerine dokunulmazsa Amerika
Birleşik Devletleri'nde daha fazla yatırım taahhüdünde bulunuyorlar.”

Çağrıkurt- Hz. Muhammed'e hakaret eden karikatürler Arapları bile
etkilediğini göremiyoruz!.. Buna rağmen Araplar ABD'de yatırım yapmaya
devam ediyorlar.

Başka bir mason soruyor:

“Türkiye'nin doğu bölgesini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz,
biliyorsunuz ki Fırat ve Dicle nehirlerinin bulunduğu bölgeler hem vaat
edilmiş toprakların önemli bir bölgesi olarak, hem de yakın bir
gelecekte baş gösterecek olan su sıkıntısını gidermede en kritik alan
olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye ile savaşmayı göze aldınız mı? “

Rockefeller de cevaplıyor;

“Daha önce belirttiğim gibi Türk hükümeti şu anda bizim verdiğimiz
borçlarla ayakta duruyor, sanırım bizimle savaşmayı göze alamazlar. Ama
biz yine de bir “B” planı yaptık. Türkiye'nin zorluk çıkarması
durumunda, Türkiye'nin doğu bölgesinde hak iddia etmelerini, böylece
çıkacak bir savaşta kesinlikle Kürtlerin arkasında olacağımızı
Barzani'ye ilettik. Bizim desteğimizle Kürtler o bölgedeki
provokatörlerin ve misyonerlerin kışkırtacağı Kürt asıllı insanlarla
birleşerek Türk ordusuna karşı isyan çıkaracaklar. Osmanlı
İmparatorluğu'na karşı uygulanan planın aynısı, böylece Türkler iki ateş
 arasında kalmış olacak. Ne demişler, tarih tekerrürden ibarettir. Tabii
 bunları Kürdistan İsrail'e ilhak ettirilmeden önce yapacağız. Böylece
bir taşla iki kuş birden vuracağız. Hem Türkiye bir oldu bitti
karşısında kalacak, hem de bu bölgeyi Kürtler sayesinde elde etmiş
olacağız. Zaten Amerika Birleşik Devletleri Lozan Anlatşması'nı tanıyan
imzayı atmamış ve dolayısıyla Türkiye'nin sahibi olduğu toprakları
hiçbir zaman kabul etmemiştir ve bizim için Sev Antlaşması hala
geçerlidir.”

Çağrıkurt- Hiçbir zaman kabul etmediğimiz Sevr antlaşmasını diriltecek
bir şey olmayacak! Sevr umudu boş ve hayaldir. Biz tarih'ten ders
almadığımız ne kadar doğruluğunu Rockefeller tarafından kanıtlıyor. Vay
halimize! Tarihten ders alamayacak aptalız.

“Türk ordusunu pek hafife almayın, Türklerin ne kadar iyi bir savaşçı
millet olduğunu unutuyorsunuz.” Bunları söyleyen Habsburg, Viyana
kuşatmalarını hatırlayarak acı acı gülümsedi.

Çağrıkurt- Yaşlı herif! Türk korkusu var sende!

(…)

Rockefeller cevaplıyor:

“Avrupa'dan herhangi bir itiraz gelmeyeceğini umuyorum. Sayın
üyelerimiz, umarım kendi hükümetleri ile gereken anlaşmaları
yapıyorlardır.”

(…)

“Vatikan ise tamamen avucumuzun içindedir. Ambrosiano Bankası
skandalından sonra Papa uslu bir çocuk gibi ne söylenirse yapıyor. Aksi
takdirde, Vatkian'ın önde gelen şimdiki Kardinallerinin ve eski bazı
Papaların birer Mason veya Ateist oldukları, Vatikan'ın uyuşturucu
mafyası ile olan ilişkileri, Vatikan Bankası'nın mafyanın kara parasını
aklama operasyonları ve karşılığında aldığı komisyonlar, eski Papa II.
Jean Paul'ün bir zamanlar Almanya'da Yahudi katliamlarında kullanılmak
üzere zehirli gaz üreten bir fabrikada çalıştığı ve Nazilere bu gazları
sattığı, en önemlisi ise İsa'nın soyundan gelen neslinin kimler olduğu
gibi bilgiler örgütümüzün medya ordusu ile bütün dünyaya ilan edilirse,
ortada Vatikan diye bir kurum kalmayabilir. Zaten daha önce de Vatikan'ı
 bu pisliklerden temizlemek isteyen Papa I. Jean Paul'ün ortadan
kaldırılması işini, her şeyin eskisi gibi sürdürülmesi için Vatikan
piskoposlarının isteğiyle, Illuminati halletmişti. Papa'yı, Vatikan'ın
Katolik üzerindeki nüfuzundan yararlanmak için elimizde tutmamız
gerekiyor.”

Çağrıkurt- Helal olsun. Vatikan'ın gerçekleri bilmiyorduk senin
sayesinde öğrendik. Sapık ve eşcinsellerin yuvası Vatikan bitsin..

“Sanırım her şey bu konuştuğumuz senaryoya göre giderse, vaat edilmiş
toprakların ele geçirilmesiyle Büyük İsrail Devleti kurulacak; daha
sonra Kudüs'teki Kubbet-üs Sahra ve Mescid-i Aksa Camisi'nin yıkılmaları
 ve yerine Süleyman Tapınağı'nın tekrar yapılması ilk hedefimiz
olacaktır. Yalnız burada bir sorumuz var. Bu yapılar Müslümanlarca çok
kutsal sayılıyor. Bu sebeple bunu şu şekilde yapmayı planlıyoruz; Cami
yakınlarında bir yerde arkeolojik kazı bahanesiyle bir çalışma başlattık
 ve buradan kazılan tünellerle binaların temellerine kadar ulaştık. Bu
binaları yıkmak için bütün yapmamız gereken deprem tetikleyici radyo
dalgaları göndermek ve dört ya da beş bir sarsıntı sadece temelleri
zayıflatılmış bu yapıların kolayca yıkılmasını sağlayacak, diğer
yerleşim birimleri fazla zarar görmeyecek.”

Bizim için Süleyman Tapınağı hiç iyi değil!.. Fanatik hahamlar Mescid-i
Aksa'yı bombalamaya çalıştıklarını da biliyoruz. Bizden başka kimse
bundan haberi yok…

Ülküdaşlarım! Yukarıdaki Rockefellerin sözünde Illuminati ve Yahudilerin
 en büyük hedeflerden biridir. Kubbet-üs Sahra ve Mescid-i Aksa Camiyi
yıkıp yerine ne gibi binayı inşa edeceklerini aşağıda görebilirsiniz."


Kaynak

27 Ekim 2013 Pazar

Oltadaki Balık Türkiye


Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur,örneğin Türkiye.

Nelson Rockefeller 1956



ABD Neden Türkiye'de?
"ABD neden Türkiye'dedir?" sorusunun yanıtı, "ABD, Dünya'nın öteki ülkelerinde hangi nedenle bulunuyorsa, bizde de o nedenle bulunuyor" olmalıdır. Ancak, Ortadoğu'nun emperyalizm için önemi göz önüne alındığında, Türkiye'deki varlığı ayrı bir değerlendirmeyi gerektirecek önemdedir.
ABD geçmişte, Dünyayı Sovyet etkisinden kurtarmak ve korumak için ülkelerle ilgilendiğine inandırmak istemiştir. Kendisinin "Hür Dünya" olarak nitelediği ulusların, demokratik ve bağımsız-özgür olmalarını amaçladığı savındadır. Bu tür söylemler elbet genel politika söylemleridir.
Gerçekte, ABD'nin gözünde Dünya çok küçüktür. Bu nedenle de Dünya ile ilgilenmelidir. İdealizmini Dünya'ya yaymalıdır. Çünkü ABD'nin kaderi, onu Dünya liderliğine çıkarmıştır. Eski Genelkurmay Başkanlarından General Tailor, "Birleşik Amerika hür dünya lideri olmak kaderinden vazgeçemez" derken, ABD'nin gücünden emin ve öteki ülkelere ne denli yukarıdan bakışını yansıtmıştır.
Başkan Eisenhower de, "Hür dünyayı savunma azmimizden birşey kaybetmediğimizi ve etmeyeceğimizi belirtmeliyiz" diyerek, Dünya'ya düzen verme mitinin kendilerine ait olduğunu vurgulamıştır. 1
ABD, kendilerine Dünya'yı düzene sokma mitosunun Tanrı tarafından verildiğine inanır. Şu sözler bunun somut kanıtıdır. Eisenhower'ın rakibi Başkan adayı Stevenson, "Tanrı, bize özgür dünyanın liderliğinden hiç de aşağı olmayan bir görev yüklemiştir," der. 2
Başkan Kennedy, ölümünden önce, Mezamir'deki sözleri, Dallas'taki konuşmasına aktarıyor. "Tanrı şehri korumazsa, bekçinin beklemesi boştur." Robert Kennedy de, "Gezegenimizin manevi yönetiminde hakkımız vardır." sözleriyle, Tanrı'nın kendilerine tinsel bir görev verdiğini anlatıyor.
Mc Kinley, Filipinler'i fethe giderken, "… onları kalkındırmak, uygarlaştırmak ve Hıristiyanlaştırmak" amacında olduklarını söylüyordu… 3 Gerçekte bu sözler, 'evrensel soygun'un örtüleridir. ABD bu soygunu Tanrı adına yapıyor(!) demek ki!..
Bu sözlerin bir başka anlamı da şudur: ABD, Dünya'nın jandarmalığını üstlenmiştir, istediğini yapabilir. İzni de Tanrı'dan almıştır!
Ve bakın, ABD Türkiye'ye hangi amaçla gelmiş. Bunu ünlü bir uzmanın, Max Weston Thornburg'un "Türkiye'ye Yardım, Niçin?" adlı raporundan okuyalım. Thornburg, raporunun sonunda diyor ki:
"Eğer Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün 12 Temmuz Beyannamesi, tek parti diktatörlüğünün sonu anlamına geliyorsa ve eğer bakanların son zamanlarda özel girişimi destekleyecekleri söylemleri yerine getirilecekse ve eğer Türkiye bizden yardımı bu vaat ve açıklamaların ışığı altında isterse, o zaman yalnız sermayemizi değil, fakat aynı zamanda hizmetlerimizi, geleneklerimizi ve ideallerimizi plase edecek ve elden gitmesine izin verilemeyecek bir yatırım fırsatı doğacaktır." 4
ABD, istememiz halinde bize yardım edecek. Bunun anlamı şudur: Güvenliğimizin korunmasını istediğimiz ABD, onurumuzu ayaklar altına alırsak yardım edebilecek!.. ABD böylece, Mustafa Kemal'in bu ulusa verdiği onuru yıkmak istiyor. Ve bununla da bitmiyor, asıl sonraki amaçlar önemli… Neden mi? Bu durumda, yalnız sermayeleriyle değil, idealleri ve gelenekleriyle gelecekler…
Asıl önemlisi, sıralanan koşullarla geldiklerinde de, bir daha elden kaçırmak istemeyecekleri bir fırsat yakalamış olduklarının açıkça belirtilmesi. Bizi kendi geleneklerini ve ideallerini aşılayarak öz kimliğimizden soyutlamak ve kendimize yabancılaştırmak istiyorlar… İşte ABD tuzağının en büyüğü burada. ABD'nin neden, oyun üstün oyun sergileyerek bizi tam bir uydu yapmak istediği anlaşılmıyor mu? "Bir daha elden gitmesine izin verilmeyecek bir yatırım" olduğumuz için…
Acı, acının da ötesinde bir gerçek… Ulusça, bu gerçeğin ayırdına vardığımız gün, tuzaklardan kurtulmanın yollarını bulabiliriz.
ABD emperyalizmi Birinci Dünya Savaşı'ndan önce, daha çok arka bahçesi ile (Latin Amerika) ve Okyanusya'daki adalarla ilgiliydi. Ve bu ilgisini bir büyük ağabey misyonu içinde dayanışma ve güvenlik anlaşmalarıyla koruma esprisine dayandırıyordu.
Bu politikanın korunan ülkelere nelere mal olduğunu şu belgeden izleyelim. Guetamala eski başkanlarından Juan Jose Arevvalo, Washington'un bu dayanışma ve güvenlik anlaşmasını "Bu anlaşma Latin Amerika'daki yirmi devlet için bir güvenlik şalıdır," diye niteleyip tanımladıktan sonra J.J. Arevvalo konuşmasını şöyle sürdürür:
"Birleşik Amerika, bizim Cumhuriyete birkaç defa ağır yaralar açtı. Topraklarımızı şehirlerimizi bombaladı. Hem de harp falan ilan etmeden. Ülkemize askeri çıkarmalar yaptı, başkanımızı ve insanlarımızı öldürdü. Ama bütün bunların ne önemi var efendim, USA bizim ağabeyimiz, son otuz yıl içinde ülkelerimizin bütün servet kaynaklarını söküp götürdü. USA, bizim kardeşimiz!
Bizim devletimiz, onların çiftliğidir. Bütün imtiyazları hep kendisinde toplar. Bizlere gelince, onun küçük kardeşleri: Yirmi tane çıplak ve genç küçük kardeş: Evet bizler, ağabeyimize gereken saygıyı göstermekle yükümlü ve görevli olarak, topraklarımızın ürünlerini ve ülkelerimizin servetlerini, ona, saygıdeğer ağabeyimize vermekle ödevliyiz." 5 Onurlu bir haykırıştır bu.
Oysa biz, bu haykırıştan otuzbeş yıl sonra, Ulusal Kurtuluş Savaşı vermiş bir ulus bilincini unutarak, güvenliğimizin ve bağımsızlığımızın korunması için, Truman Doktrini kapsamına girmek için çırpmıyorduk. Bir Kongre Yasası'nı, ABD Cumhurbaşkanı'nın istemiyle bizim yasalarımızda değişiklik yapmayı, Yunanistan ve Türkiye'ye Yardımla ilgili Kongre Yasası'nın ilgili maddesi ile kabul ettik. Bunu 1947 Anlaşması'nı incelerken göreceğiz.
ABD'nin arka bahçesi ile ilgilenmesi, başlangıçta Latin Amerika'yı Avrupa Emperyalizmi'nden korumak görüntüsü altında başlamıştı. Avrupa, Amerika'nın işlerine karışmayacaktı. Amerika'da, Avrupa'nın işlerine burnunu sokmayacaktı.
ABD, daha sonra Monroe Doktrini'ni, "Ulusun büyüdüğü, güç ve kaynaklan kıtada egemen bir konuma geçtiği için, bunun O'na, herhangi bir devlete ya da bütün devletlere karşı aşağı yukarı sarsılmaz bir güç kazandırdığını belirterek "1895'deki Dışişleri Sekreteri Richard Olney'in dili ile genişletiyordu. 6 Böylece ABD, Latin Amerika'yı sömürgeleştirmeye başladı. Artık Batı yarım küresinde her sorun ABD'den sorulacaktı!
Ve ABD, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, arka bahçesindeki sömürü, düzeninin çarklarım çevirmeye yetmediğinden, Dünya'ya açılmaya başlar. Artık Dünyayı düzenlemeye karar vermiştir. ABD, kendi idealizminden ve liderliğinden öylesine emindir ki, önce ünlü Wilson Doktrini ile Dünyaya uygun gördüğü düzenin ana çizgilerini açıklar.
AMERİKAN İDEALİZMİ VE YENİ EMPERYALİZM
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra arka bahçeden Dünyaya açılma ve etkin olma yolu aranmaya başlandı. Öteden beri Dünyaya yayılma ve genişleme yolunda fırsat kollamakta olan ABD, Wilson’un ünlü 14 maddelik barış ilkesi(!) ve "Manda" siyasası ile yayılma, genişleme ve kendi idealizmini-Amerikan idealizmini – Dünyanın her yerinde egemen kılma isteği ile yola çıktı.
Bu politika yeni düzenlemelerle, İkinci Dünya Savaşı sonrası uygulanmaya başlandı. Ve Dünyanın büyük bir kesimi son kırk yılı, ABD'nin sömürü ağında ve tuzağında geçirdi. Yeni emperyalizm, bu dönemde dostluk ve yardımlaşma antlaşmaları ile geldi. Emperyalizmin asıl amacı değişmemişti. Değişen, yöntemi idi.
Ne yazık ki, az gelişmişlik, bunun nasıl bir tuzak olduğunun anlaşılmasını önledi. Öyle ki, İnönü gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın komutanı ve Lozan'ın başarılı diplomatı bile, Lord Curzon'un her zaman yinelediği uyarılarına karşın, "ABD'nin sorumluluğuna inanıyordum, yanılmışım demektir."*[*] diyecek kadar gerçekleri göremedi. Sovyetlerin dağılması ile girilen yeni dönemde, ABD, Körfez Olayı'nı bir örnek baskı olarak sergiledi.
Irak olayları ile Dünya'ya yeni düzenin nasıl sağlanacağı örneğini göstermek istedi. Özetle, ABD kendi idealizmini Dünya'ya dayattı. Yeni Dünya Düzeni, artık karşısında hiçbir güç kalmadığı için, ABD çıkarının her yerde, ABD'nin gücü ile korunması demekti. Dahası, uygulamaya bakarak denilebilir ki, J3M'de peşine takarak, Somali'de olduğu gibi insancıl yardım görüntüsü altında eylemli işgal ya da Irak örneğindeki gibi, tepeden inme ve ezme yöntemi uygulanıyor. İşte Yeni Dünya Düzeni'nin özeti budur!..
Amaç, ABD'nin – daha doğrusu çok uluslu şirketlerin çıkarını korumaktır. Başka bir şey değil!..
Ancak, emperyalizm, ne denli acımasız olduğunu her gün medyanın o engin gücü ile gizlemektedir. ABD'nin yeni Başkanı Clinton da, 20 Ocak 1993 günü yemin ederken,
"ABD'nin çıkarlarına ters düştüğünde müdahaleden kaçınmayız" diyerek, ABD idealizminin ne olduğunu bir kez daha vurgulamıştır.
ABD'nin, başlangıcından bu yana hiç değişmeyen emperyalist emellerini kendi belgelerinden saptayalım.
Başkan Eisenhower, 1953 yılma ilişkin yıllık raporunda şunları söyler:
"Dış politikamızın açık ve sarih amacı, yabancı ülkelerde yatırımlar için uygun bir ortam yaratılmasını sağlamaktır." 7
Çünkü önemli olan ABD özel sermayesinin, öteki ülke ekonomilerine egemen olmasıdır. ABD'nin bu politikasında AID (Uluslararası Kalkınma Teşkilatı) en etken durumdadır. Başkan Kennedy bu konuda, ABD yardımının uzun erimli etkilerini şöyle anlatır:
"İthalat yapıları" Dış yardımın etkisi altında bulunan ülkelere örnek olarak Taiwan'ı, Kolombiya'yı, İsrail'i, İran'ı ve Pakistan'ı göstermiş ve şöyle demiştir: "Bu ülkeler bir zamanlar sadece Avrupa ülkelerinin pazarları idiler. Amerikan mallarına, hünerine ve Amerikan tarzı çalışmaya alışmanın, yeni doğan ülkelerin zevklerine ve arzularına verdiği yön üzerine ya da yardımımız kesildiğinde, mallarımıza olan talep ve ihtiyacın devam edeceği ve ticarî ilişkilerin yardımın son bulmasından sonra da uzun süre devam edeceğine çok az dikkat edilmiştir." 8
Kapitalist sistemin ABD'deki gelişmesi, ABD'yi tüm emperyalist sistemin liderliğine yükseltti. Bu sonuç. Amerikan ideolojisinin tüm Dünya'ya egemen kılınması için, öteden beri var olan emperyalist sistemin yaygınlaşmasına yol açtı ve Dünya, son kırk yıl bu uygulamaya tanık oldu. Harry Magdoff, Emperyalizm Çağı adlı yapıtında, ABD'nin Dünya liderliğini nasıl örgütlediğini şöyle anlatır:
"Savaş sonrası emperyalist sistemin örgütlendirilmesi, savaş sonuna doğru kurulmuş bulunan uluslararası kurumlar aracılığı ile sağlandı: Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu ki, her birinde, çeşitli nedenlerden ötürü, ABD lider durumundaydı.
Bu sistem, UNRRA'nın faaliyetleri, Marshall Planı ve Washington'un kontrol ve finans ettiği bazı ekonomik ve askeri yardım programları ile güçlendirildi." H.Magdoff bu örgütlenişin amacını, Dean Rusk'ın sözleriyle şöyle açıklar.
"Birleşik Devletlerin, Ulusal çıkarları, uluslararası çıkarlara feda ettiği için değil, fakat ulusal çıkarlarını diğer uluslara zorla kabul ettirmeye' çalışmakla eleştirildiğine dikkat çeken Dışişleri Bakanı Rusk, bu eleştiriye cevap verirken, dolaylı olarak ABD liderliğinden beklenen şeylere de değinmiştir.
Bu eleştiri Dışişleri Bakanı tarafından reddedilmemektedir. Tersine, bu durumdan ötürü kendisi kıvanç duymaktadır: "Kanımızca bu eleştiri bizim ve uluslararası hukukun güçlü olduğunun bir kanıtıdır." diyen Rusk, ABD Dış politikasının muhteris emellerini şöyle özetlemektedir:
"Ancak, sadece Kuzey Amerika ile Batı yarım küresi ile, ya da Kuzey Atlantik topluluğu ile sırlandırılmış savunma taktiklerinin artık güven ve refah sağlamayacağını biliyoruz." 9 Dean Rusk'ın şu sözleri ABD'nin sınırsızlığına inandığı gücüne güvenerek ihtirasının nerelere uzanmak istediğinin göstergesidir:
"Dünya çok küçülmüştür. Toprak ile, su ile, atmosfer ile, bunları kaplayan uzay ile, yani dünyanın tümü ile ilgilenmeliyiz." 10 Ve Türkiye, ABD'nin gözündeki bu küçücük, ama Dünya'nın çok önemli bir stratejik noktasında bulunduğu için, dikkati üzerine çeken ülke, emperyalizmin ilgi ve etki alanına girdi. Ama görünüşte ABD, Türkiye'ye kendiliğinden gelmedi. ABD'yi, Türkiye'ye biz çağırdık.(!) Dünya'da emperyalizme karşı ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı vermiş, özgürlüğüne ve bağımsızlığına kıskanç bir ulusun çocukları olarak çağırdık, hem de "ulusal bütünlüğümüzü ve özgür ulus olarak varlığımızı sürdürebilmek için" yardım isteyerek çağırdık.
Ve işte ABD, Türkiye'ye gelirken bizim bu isteğimizi 1947 tarihli Kongre Yasası'nın ilk paragrafında belgeleyerek. "Ben Türkiye'nin ulusal bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak için yardım yapacağım" diye bağırarak geldi! İşte ABD'yi bu kongre yasasına dayalı anlaşmayla çağırdık. Böyle bir yasaya dayalı anlaşmayı imzalamanın ayıbını taşıyoruz yarım yüzyıldır. Hem de tarihin şaşmaz yargısına aldırmadan.
O ayıbı 1947'de işledik. Bu tarihten 17 yıl sonra 1964'de ünlü Johnson Mektubu, bu ayıbın yüzümüze indirilmiş şamarı değil miydi? Ondan sonra sarsılarak, kapıldığımız tuzaktan kurtulmaya çalıştık. Kurtulmak istedikçe yeni tuzaklara düştük.
12 Martlar ve 12 Eylüllerin karanlığında kaldık. Çünkü emperyalizmin tuzaklarında yürüdüğümüzün ayırdında değildik. 27 Mayıs Anayasasıyla getirilmek istenen, çağdaş hukuk ilkelerine dayalı demokratik sisteme neden karşı çıktık? O sistemi geliştirip çağdaş bir düzen yaratacağımız yerde, 12 Eylül Sistemi ile toplumu tam bir sıkı düzene aldık. Bu düzenin, bizim çıkarımıza değil, emperyalizmin Ortadoğu'daki, çıkarlarına hizmet ettiğini düşünmeden…
Türkiye Cumhuriyeti'nin Ulusal Kurtuluş Savaşının iç dinamiği olan "Müdafaa-yı Hukuk" felsefesine, tam bağımsızlık ülküsüne dayandığı unutuldu. Unutturuldu demek daha doğru olur. Çünkü, hamiliğine -koruyuculuğuna- sığındığımız (Tanrım ne utanç verici) ABD, ne ulusal savaşımızı tanıdı, ne de Lozan'ı! Şimdilerde moda olan İkinci Cumhuriyet, Lozan mı, Sevr mi tartışmalarıyla, 12 Eylül'ün getirdiği yozlaşmanın yeni açılımlarını izliyoruz!..
İşte bu ortamda, Başbakan’ın "Çekiç Güç'ü söküp atamazsınız, ' çünkü bir çıban gibi kök salmıştır" sözleri ile acı gerçeğe bir kez daha çarptık. Başbakan Demirel’i, bu yürekli tanısı nedeni ile kutlamalı mı? Demirel, olaylara değişik açıklamalar getiren mantığı ile yeni bir açıklama getirebilir mi? Bilemiyorum! Uzun yıllar sonra ilk kez, en yetkili ağızdan gerçek durumumuzun açık bir dille anlatılması elbet çok önemli. Bunun değerini bilmeliyiz. Bu sözler, sadece bir umarsızlık söylemi sayılmamalı…
Bir uyarı olarak da algılanmalı! Başbakan, emperyalizmin içimize kök saldığını söylüyor ve bundan kurtulmanın, öyle bir kalemde kesip almakla olmayacağını, bunun yaratacağı sorunlar sarmalının hesap edilmesi gerektiğini anlatıyor.
Demirel emperyalizmin tuzaklarında yürüdüğümüzün ayırdında: Evet, "ABD içimize kök salmış." Çağlayangil, 1974'de İsmail Cemle yaptığı bir söyleşide, "ClA yapar, organik bağlarıyla yapar. Benim istihbarat şefimle, kendisi farkına varmadan. ClA benim altımı oyar. Elinde imkân var yabancı adamın. Girmiş enfiltre benim içime. Onun için hiç şaşmam. Aramam da: Bulamam ki…" 11 Bu sözlerden, 12 Mart'ın yarattığı burukluk nedeniyle sızlanma ötesinde çıkan sonuç şudur: Tam bir teslimiyet.
Ama öyle anlaşılıyor ki, Demirel daha o yıllarda tuzakların ayırdında olmalı. Ancak Kurtuluş düşüncesi gelişmemiştir. Şimdi sanırım, tuzaklardan kurtulmadıkça, bir yere ulaşamayacağımız anlaşılmış olsun ki, kökleri çok derinlerdeki bu çıbanı, usta bir cerrah mahareti ile çıkarmanın yollarını aramaya başlayalım.
ABD TUZAĞINA DÜŞMEK
Şimdi, ABD ile 1947'de nasıl ilişki kurulduğunu görelim. Türkiye'yi emperyalizmin tuzağına iten ve Truman Doktrini olarak tarihe geçen yasayı ve sözleşmeyi okuyalım. Yasanın gerekçesi olan aşağıya aktardığımız sözler, belki bizi kendimize getirebilir, bizi uyandırır:
Neden mi? Okuyalım, anlayalım!..
ABD'nin Türkiye'ye neden ve nasıl yardım ettiğini belgeleyen yasa şu sözlerle başlar:
"Madem ki Türk ve Yunan Hükümetleri, Birleşik Devletler Hükümeti'nden, milli bütünlüklerini ve hür milletler olarak mevcudiyetlerini idame ettirebilmek için, gerekli malî ve diğer yardımları acil olarak talep etmişlerdir." 12
İşte bu sözler, sanki Mustafa Kemal'i yadsırcasına, Lord Curzon'un "bugün reddediyorsunuz, hiçbir şeyiniz yok, kalkınmak isteyeceksiniz ve birgün bize geleceksiniz. Bugün reddettiklerinizi o gün kabul edeceksiniz." sözlerini doğrularcasına, ulusal onurumuza indirilmiş tokat değil mi? Bir ulus nasıl olur da, ulusal bütünlüğünün ve özgürlüğünün korunmasını, bir başka ulusun yardımına, bir başka ulusun ellerine bırakır? Tarihini yadsırcasına emperyalizme sığınır?
ABD emperyalizminin geçmiş uygulamalarının tarihini bilseydik böyle bîr yanlışlığa düşmezdik sanının. Lord Curzon'un uyarısından ders alabilmek için biraz da tarihi bilmek gerekiyor elbet.
Şu örnek ABD'nin başka uluslara bakış açısını göstermeye yetmektedir: Platt Değiştirgesi.
ABD'nin, Latin Amerika ve Karayib'lerdeki emperyalist amaçlarını "büyük ağabey" edası ile yürütmeye çalıştığını görmüştük. Küba ile ilişkilerinde Platt Değiştirgesi olarak anılan bir olay, bu ağabeyliğin boyutlarını göstermesi yönünden çok ilginçtir.
ABD emperyalizminin, etki alanındaki ülkelerin yasalarını değil, anayasalarını bile değiştirecek kadar iç işlerine karıştığının belgesi, bu Platt Değiştirgesi'dir. Bu değiştirge, "Küba'nın güvenliğinin ve bağımsızlığının ABD tarafından korunacağına ve Küba'da ABD üslerinin kurulacağına ilişkin bir Kongre Yasası'dır ve bu Kongre Yasası, ABD'nin istenci doğrultusunda Küba Anayasası'na eklenmiştir. Küba önce bu olaya direnir, ama ABD'nin baskısı sonucu 12.6.1902'de, Kongre yasası'nın şu hükümlerini Anayasası'na ekler:
"Küba Hükümeti, başka devlet ya da devletlerle Küba bağımsızlığını tehlikeye sokacak sömürge ya da askeri amaçlarla üs, ya da toprak verecek anlaşmalar yapmayacaktır. ABD, Küba bağımsızlığını korumak amacıyla Küba'ya müdahale edebilecektir." 13
Değiştirge bununla bitmiyor. Şu hüküm, ABD'nin kendi amaçlarını gerçekleştirmek uğruna, başka ulusların onurunu hiçe sayacak kertede üstünlük kompleksi içinde olduğunu gösteriyor.
"Amerika’nın Küba’yı askeri işgal altında bulundurduğu zamanki işlemleri meşru sayılacak ve bu işlemler sonunda kazanılmış haklar korunacaktır." 14 Bu yüz kızartıcı olaya Kübalı zenci politikacı Juan Cualberto Gomez, 1901'de bakın nasıl tepki gösteriyor:
"Bağımsızlığın ne zaman tehlikeye girdiğini ve böylece onu korumak için ne zaman müdahale etmek gerektiği kararını Birleşik Devletler'e bırakmak, gece ya da gündüz diledikleri zaman, iyi ya da kötü niyetle girebilmeleri için evimizin anahtarını teslim etmek demektir." 15
Ya bizde hangi politikacı karşı çıkmıştır. Bildiğimiz, karşı çıkışın tek yazılı belgesi vardır. Doç. Dr. Mehmet Ali AYBAR'ın Zincirli Hürriyet Dergisindeki yazıları.
Denilecektir ki, biz ABD'ye neyi bıraktık, neyi teslim ettik? ABD bize, bizim için yardım etmiyor mu? Gerçeği saptamak için, bizim 5123 Sayılı Yasa ile kabul ettiğimizden iç hukuk sayılan 22 Mayıs 1947 tarihli Kongre Kanunu'nu okumayı sürdürelim:
"Amerika Birleşik Devletleri Kongresinin Senatosu ve Temsilciler Meclisi tarafından kanunlaştırılmıştır ki, bir başka kanunun hükümleri ile çatışmadıkça Cumhurbaşkanı, Birleşik Devletlerin çıkarına uygun mütalaa ettiği zamanlarda Yunanistan ve Türkiye'ye, bu hükümetlerin talebi üzerine ve kendisinin tayin edeceği kayıt ve şartlarla, yardımda bulunabilecektir." Yardımın temel koşullarını saptayan bu madde, altını kalın çizgilerle çizeceğimiz şu ilkeleri taşımaktadır:
"Yardımın hangi koşullarda verileceğini ve nasıl kullanılacağını, koşullarını ABD Cumhurbaşkanı saptar. Cumhurbaşkanı Yardımı Birleşik Devletlerin çıkarlarına uygun gördüğü zamanlarda ve süre için verir."
Hiçbir yorumu gerektirmeyecek açıklıktaki bu hükmün anlamı şudur. Asıl olan ABD'nin çıkarıdır. Bu nedenle, ABD kendi çıkarına uygun görmediği an yardımı keser ya da yardım alan ülke, ABD çıkarını tehlikeye sokarsa onu cezalandırır.* Ve Yeni Dünya Düzeni'nin patronu ABD'nin yeni başkanı Clinton'un söylediği gibi, "çıkarı tehlikeye girdiği an, o ülkenin iç işlerine karışır," Gerekirse, Irak örneğinde olduğu gibi başına bela olur. Bunalımlar, baskılar birbirini izler, ABD'nin cezalandırma süreci başlamıştır çünkü.
Türkiye, 1947'de Truman Doktrini kapsamına girdikten yıllar sonra, yardımın bir tuzak olduğunu çok geç de olsa anlamıştır. Ancak emperyalizmin tuzaklarından kurtulmanın her çırpınışı, yeni ekonomik, sosyal ve siyasal bunalımlara uzanmış ve tuzaktan kurtulmak isteyenler cezalandırılmışlardır.
Bir ülkenin böyle bir konuma girmesinde, her şeyden önce kendi yöneticilerinin ve giderek halkının sorumluluğu vardır. Ve bu sorumluluk baştan, yani ilişkinin başladığı tarihten başlar. Bu sorumluluğa düşmemenin yolu tarih bilincinden geçer. Siyasal gerçekçilik bilincinden geçer ve çıkarların yarıştığı uluslararası siyasanın güç ve çıkar dengesine bağlı olduğunu bilerek, siyasa oluşturulmamasına dayanır.
Bir ülkenin yöneticilerinde böyle bir uygulama bilinci yoksa, işte o zaman, güçlü ülkenin siyasal çizgisinde takılır kalırsınız. Bunun tuzak olduğunun ayırdına vardığınızda da iş işten geçmiştir. İşte o zaman oltada balık olursunuz…
Tam bağımsızlığa giden yoldan, oltaya nasıl takıldık? Şimdi onu görelim.
TRUMAN DOKTRİNİNE DOĞRU
ABD – Türkiye ilişkileri, İkinci Dünya Savaşı sırasında, "Ödünç Verme ve Kiralama Yasası" çerçevesinde başlamıştır. Türkiye, bu ABD Yasası'na göre 1945 yılına değin, ABD'den borç ve askeri malzeme almıştır. 23 Şubat 1945 günü yapılan anlaşmaya göre, askeri yardım savaş sonuna değin sürecektir. Ancak savaş sona erdiğinde, kullanılmayan malzemeler geri verilecektir. Savaş sona erer, yardım kesilir. Truman Doktrini ile yeniden başlar.
Türkiye-ABD ilişkilerinde, emperyalist sistem içinde Türkiye'ye verilmek istenen rol işte bu 1947 Antlaşmasıyla başlar. Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni adlı yapıtında, Potsdam Konferansı'nda, Stalin'in Türkiye ve Boğazlarla ilgili isteklerini kabul eden ABD ve İngiltere'nin olası suskunluğu sonucu, "Türkiye'nin Sovyet tehdidi ile karşı karşıya bırakıldığını" belirttikten sonra der ki:
"Rusya'nın Çarlık zamanından beri Boğazlar Meselesinin ikili (kendi ifadelerine göre Karadeniz devletleriyle Türkiye arasında) yapılmasında ısrar ettiğine göre, Potsdam Kararı, Stalin için bir zaferdir. Bu karara dayanarak, Moskova – Türkiye'ye ikili görüşmelere girişmek için baskı yapmaya, notalar yağdırmaya başladı." 16
Avcıoğlu'na göre, ABD, "Marshall Yardımı'ndan da, Türkiye'nin yararlanmasını istemez. Bu tutumundan, Ortadoğu'yu etki -nüfuz – alanına almak ve üsler kurmak için 'Türkiye'ye büyük ihtiyaç duyduğu zaman' vazgeçmiştir."
1945-1947 yılları, Türkiye ile Sovyetler arasındaki ilişkiler çok gergindir. Sovyet yayılmacılığı, Sovyetlerle sınır komşusu-ortaklığı olan ülkelerde büyük bir tehdit yaratıyordu. Bu uygulamanın Potsdam'daki pazarlık-paylaşımla ilgili olup olmadığı konusu aydınlanmış değildir. Ancak, savaş sonrası, dünyanın iki kutba ayrıldığı ve ABD ile Sovyetlerin kendi ilgi alanlarındaki ülkelerle ilgili girişimlerinde, birbirlerine karışmadıkları düşünülürse, pazarlığın boyutları çıkarılabilir.
Bu nedenle, 1945-1947 arası Sovyetlerle Türkiye arasındaki gerginliğe, Büyük Britanya ve ABD'nin ilgisiz kalmaları ve Sovyet tehditlerine karşı bizi, "Sovyetlerle sorunlarınızı aranızda görüşün" söylemleriyle oyalamalarının nedeni de anlaşılmış değildir. O iki yıl süresince Sovyetler, Boğazların statüsünü değiştirmekten gayrı, Türk – Sovyet sınırının yeniden düzenlenmesini, Kars ve Ardahan'ın kendi sınırları içine katılmasını istiyorlardı.
Feridun Cemal Erkin'in anılarından aktardığı şu bölümle, Avcıoğlu, Potsdam Konferansı'nı şöyle değerlendirir:
"Yalta'da, Sovyet önerilerini üç ülke Dışişleri Bakanlarının incelemesi kabul edilir. "Feridun Cemal Erkin, en başta Türkiye'yi ilgilendiren bir sorunun, Türkiye'nin Dışında çözülmeye kalkışılmasını şöyle yorumlar."
«Küçük memleketlerin kaderleri bakımından başkalarına ait en kutsal hakları, kapalı toplantılarda tasarruf hakkını kabullenen birkaç büyük devletten kurulu Direktuar'dan daha tehlikeli bir şey düşünülemez.»
"Potsdam Konferansı'nda, Direktuar, Boğazlar konusundaki görüşlerini Üç Büyükler'in Türkiye'ye ayrı ayrı bildirmelerini kararlaştırır. «Ayrı ayrı bildirme»nin, «ayrı ayrı görüşme» anlamına mı geldiği pek anlaşılmaz. Türk Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri, «Potsdam'da ABD Cumhurbaşkanı tarafından ileri sürülen ve Büyük Britanya tarafından da desteklenen formül, belirsiz, bellisiz ve tamamıyla uygunsuz idi» der. Erkin'e göre, "Stalin Potsdam'da 1) Montreux'nün değiştirilmesi ve 2) Değişikliğin Türkiye ile başbaşa tartışılması sonucunu elde etmiştir." 17
Bu formül, Feridun Cemal Erkin'in dediği gibi. "…. belirsiz, bellisiz, uygunsuz" mudur? Yoksa bir oyunun, bizi emperyalizme yönlendiren iki yıl süreli bir oyunun ilk perdesi midir? Çünkü, Avcıoğlu'nun, Prof. Edward Weisband'dan aktardığı şu ilginç gözlem ve değerlendirme, üzerinde düşünülmeye değer sorulara açılıyor. "Boğazlar sorunu birkaç yıldır, Türkiye'nin Dışında İngiltere, Rusya ve ABD liderleri arasında görüşülmektedir. Sorunu ilk ortaya atan da, Kasım 1943 sonunda Tahran Konferansı'nda, Churchill'dir.
Tahran'da Roosevelt ve Stalin, Türkiye'nin savaşa girmesi konusunda ısrar edilmemesi için anlaşmaya varınca, Türkiye'yi ille savaşa sokmak isteyen Churchill, Ankara Hükümeti'ni Boğazlar rejimini değiştirmekle tehdit etmeyi önerir. Churchill, hatta Stalin'in «Boğazlar rejimini değiştirmeye, Türkiye'yi savaşa katılmaya zorlayarak kalkışmasını» ister!
Bu konuda Prof. Edward Weisband şunları yazar: «Tahran'da Türkleri, ceza olarak Boğazlar'ın statüsünü değiştirmekle tehdit etmeyi öneren Stalin değil, Churchill'dir. Churchill sorunu ortaya atınca, Stalin de ister istemez Çanakkale Boğazı'nın rejimi hakkında soru sormuştur. Stalin:
- 'İngiltere'nin artık bir itirazı olmadığına göre, bu rejimi biraz gevşetmek hiç de fena olmaz,' demiştir.
Churchill buna da 'peki' diyerek, Boğazlar rejimini değiştirmeye, Türkiye'yi savaşa katılmaya zorlayarak kalkışmasını istemiştir. Stalin, bu kez:
- 'Aceleye gerek yok…' cevabını verip, bu sorunu 'yalnız' genel deyimler içinde tartışmakla ilgilendiğini belirtmiştir. Churchill, 'Rus gemilerini bütün denizlerde görmeyi hepsinin umut etkilerini' de söylemiştir. Stalin ise:
- 'Lord Curzon'un daha başka fikirleri vardı,' diye hatırlatmıştır.» 18
Bu Lord Curzon, İsmet Paşa ile Lozan'da tartışan ve O'na, "bir gün bu aldıklarını geri vereceksin" diyen İngiliz diplomatıdır. Ve Lozan'ı unutmamış ki, "Boğazlar sorunu Tahran'da tartışılırken, Churchill'in önerisine karşı Stalin "Aceleye gerek yok. Lord Curzon'un başka fikirleri var" der.
Montrö Antlaşması üzerindeki tartışmada, Türkiye önce yalnız bırakılır. Notalar gelir, gider. 8 Ağustos 1946 tarihli Sovyet notasına karşı. "Montrö Antlaşması'nın Türkiye ile Sovyetler arasında değil, anlaşmanın tarafı olan devletlerin de hazır olacağı bir konferansta ele alınabileceğine ilişkin Türkiye görüşü" Erkin'e göre, Anglo amerikanlarca da desteklenir.
Feridun Cemal Erkin, bunu Potsdam'a karşı bir değişiklik olarak yorumlarsa da, "üçlü karardan sonra Anglo amerikan’lardaki bu değişiklik Türkiye'den, özellikle Sovyetler Birliği'ni ilgilendiren bir karara yalnız başına karşı koyma sorumluluğunu üzerine almasını istemek anlamına geliyordu" der.
Sovyetler karşısında yalnız bırakılışımız ve sonunda Truman Doktrini'ne sığınışımız bir oyun muydu? diyoruz. Hele Stalin'in, "Lord Curzon’un daha başka fikirleri var" yanıtını okuduktan sonra.
Sovyet tehdidine karşı destek istediğimiz ABD de işe karışmak istemez, ama Büyükelçiliği kanalı ile şu bildirimi yapar: Bildirim de, "Türk milletinin gösterdiği cesaret ve azmin hayranlıkla izlendiği, ABD'nin, Birleşmiş Milletler Yasası'nın çiğnenmesine izin vermeyeceği" belirtilir.* 19
Avcıoğlu der ki: "O günlerde Türkiye hakkında asıl söz sahibi İngiltere"dir. Türk Dışişleri Bakanlığı, 1939 İngiliz ittifakını tazeleme yolunda çaba gösterir. Bu çabalardan sonuç alınmaz. İnönü, Saraçoğlu ve Erkin arasında bir toplantı yapılır. Bu toplantıda Erkin'in, "Türkiye, ancak kaderini Amerika ve Büyük Britanya'ya bağlamak yoluyla esenliğe kavuşabilir," önerisi onaylanır. 20
Evet bu toplantı, Cumhurbaşkanı ve Lozan'ın Baş Delegesi İsmet Paşa'nın başkanlığında yapılmıştır. Ve Türkiye, "esenliğe çıkmak için" kaderini İngiltere ve Amerika'ya bağlamayı kabul eder. Bu tarihsel bir yanılgıdır ve Lord Curzon'un 1923'de Lozan'da söylediklerinin gerçekleşmesidir. Lord Curzon, İsmet Paşa'nın, kapitülasyonlar konusundaki direnişini kıramayınca der ki:
"Aylardan beri müzakere ediyoruz. Arzu ettiklerimizin hiçbirini alamıyoruz. Vermiyorsunuz, anlayış göstermiyorsunuz. Memnun değiliz sizden. Ama ne reddederseniz cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. Yarın geleceksiniz. O zaman bu cebimize koyduklarımızdan her birini birer birer çıkarıp size vereceğiz." İsmet Paşa'nın yanıtı şudur:
"Biz bunları behemal alacağız. Biz bunları alalım. Siz şimdi verin sonra gelirsek, istediğinizi yapın." 21 Evet emperyalizm, 1947 Antlaşmasıyla Lord Curzon'un dediğini yapıyordu. İnönü, emperyalizme sığınarak, İsmet Paşa'nın aldıklarını, geri veriyordu. Bu elbet tarihsel bir yanılgıydı. Ve İsmet Paşa, bu yanılgının 1964 yılında ayırdına ancak varacak, "yanılmışım demektir" diyecektir.
Tarih bilinci yanılgıya izin vermemeliydi. Lozan Antlaşmasından sonra New Conventional Gazetesi'nde yer alan şu satırlardaki yargının gerçekleştirildiğini görmemeliydik.
"Gerçekte Türkiye, teorik bakımdan bağımsız bir hükümet oldu. Lakin bu ticaret ve sanatta kabiliyetsiz ve sermayeden yoksun halkı, bilenlerce malumdur ki, bu bağımsızlığın ömrü pek kısa olacak ve eski durumu bir başkası üzerine alacaktır." 22
TÜRKİYE'Yİ KİM KORUYACAK?
Peki ABD, Türkiye'yi koruyacak mı idi? Kime karşı, nasıl koruyacaktı? Avcıoğlu, Dış Politika öğretim üyesi ve yazar Prof. Ahmet Şükrü Esmer'den aktardığı görüşlere ve Prof. Nihat Erim ile Kim Philby'nin anılarına dayanarak der ki: "ABD, bizi ne Sovyet tehdidine karşı korudu, ne de koruyacaktı…" Avcıoğlu'na göre, ABD Dışişleri Bakanı Byrnes'in anılarında, "1946 Sonbaharında, ABD'nin Türkiye'ye askeri yardım yapamayacağı, ancak az da olsa ekonomik yardım yapabileceği" yazılıdır. Anlaşılan o ki, Türkiye, Stalin'le başbaşa bırakılmıştır.
Amerika'nın gerçekten yardıma gelemeyeceğinin başka tanıkları da var. Prof. Nihat Erim, San Fransisko'daki Türk Delegasyonu arasında bir görevlidir. Molotof’un Haziran 1945'teki istekleri üzerine ABD ve İngiltere'nin tutumuyla ilgili değerlendirmesi Prof. Ahmet Şükrü Esmer'in aşağıdaki görüşlerine koşuttur:
Bizi kimin elinden nasıl kurtardılar? Rus baskısı ağırdı, fakat savaşa varacaksa, bu noktaya 1945 ve 1946 yıllarında varılabilirdi. Ondan sonra durum değişti. Rusya, işgali altında bulunan İran'dan bile, 1946'da askerlerini geri çekmek zorunluluğunda kaldı.
Rusya'nın Türklerden isteklerini, silah kuvvetiyle almayı tasarladığına dair, herhangi bir kanıt yoktur. Eğer Rus: ya, baskısını savaşa kadar götürseydi, Türkiye yalnız başına da savaşı kabul edecekti, ve 1945'teki tutumlarına bakılacak olursa, ne müttefiki İngiltere, ne de şimdi kurtarıcılığı ile övünen Amerika yardıma koşacaktı." 23
Amerika'nın ve İngiltere'nin, Türkiye’yi en güç günlerde Stalin'le başbaşa bıraktıklarının bir başka tanığı Prof. Nihat ERİM'dir. Prof. Erim, San Francisco Konferansında iken edindiği, konuya ilişkin izlenim ve gözlemlerini YÖN Dergisi'ne yazdığı "Türkiye'nin Dış Politika Sorunları" başlıklı anılarında şöyle anlatır:
"Türkiye derhal ABD'ye başvurdu ve dedi ki, Stalin'in isteklerine hayır diyeceğim. Bana yardım edebilir misiniz?' Hasan Saka başkanlığındaki kurulda ben de vardım. Amerika bize, 'savaştan yorgun çıktık, herkes terhis edilmek istiyor. Onbin mili aşıp size yardım olanaksız. Ruslarla, anlaşın' dedi.
Dönüşte Londra'ya uğradık. Dışişleri Bakanı Eden ile görüştük. Ondan da aynı cevabı aldık. Eden, nerdeyse birliklerimizde isyan çıkacak, anlaşın' diyordu. O tarihlerde, Harriman Moskova'da büyükelçi idi. Ankara'da kendisi anlattı. "Batılı diplomatlar toplanıp, sabaha kadar Rus ordularının sınırı aşmasını beklemişler…" 24
Yine o günlerde, İngiliz Entelijans Servisi'nin önde gelen kişilerinden olan Kim Philby anılarında, "değil, 1945-1947 arasında Türkiye'yi Sovyet tehdidinden korumak, Truman Doktirini'nden sonra bile, Türkiye'nin korunmasının düşünülmediğini bir Sovyet işgali olursa, gerilla savaşı hazırlığı yapıldığını" yazar ve der ki:
"Anglo amerikan planının böyle bir savaş patlar patlamaz Türkiye'yi kendi kaderine terk etmek olduğu, Türklere açıklanamazdı. Kesin olarak inanılıyordu ki, Türkler bu planlar hakkında en küçük bir kuşku duyarlarsa, Batı'ya karşı güvenleri kalmayacaktır." 25
Bu değerlendirmeler, Türkiye'nin Sovyet tehdidi karşısında kaderi ile başbaşa bırakıldığını gösterir. Ve Türkiye Cumhuriyeti 1947 yılının 22 Mayıs'ında kabul edilen Kongre Kanunu kapsamına (5123 sayılı yasa ile yürürlüğe giren Yardım Antlaşması ile) girer.
Lord Curzon haklı çıkmıştır. Türkiye, emperyalizmin tuzağındadır artık. Ve elbet New Conventional’deki"… bu bağımsızlık pek kısa olacak ve eski durumu bir başkası üzerine alacaktır" kehaneti gerçekleşmiştir.
Bu kanunun giriş bölümünün, bizim ulusal kimliğimiz ile bağdaşmayan bir anlatım taşıdığını yukarda görmüştük.
Şimdi bu yasanın uygulaması olan 12 Temmuz 1947 Antlaşmasının giriş bölümünü okuyalım. Ve bu teslimiyet belgesini tarihin yargısına bırakalım.
"Türkiye Hükümeti, Türkiye'nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomisinin istikrarını muhafazaya devam maksadıyla Birleşik Devletler Hükümetinin yardımını istediğinden; ve "Birleşik Devletler kongresi, 22 Mayıs 1947 de tasdik edilen kanun ile, Birleşik Devletler Başkanı'na, Türkiye'ye her iki memleketin egemen bağımsızlığına ve güvenliliğine uygun şartlar dairesinde, böyle yardımda bulunmak yetkisini verdiğinden; yardımın, ABD'nin çıkarlarına uygun olduğu sürece yapılacağı da antlaşmayla kabul edilmiştir.
Bu anlaşmayı imzalarken, Amasya Protokolü'ndeki şu ilkeyi de mi unuttuğumuzu söylemeliyiz bilemiyorum? Ülkemizin dört yanı emperyalizmin işgali altında, Mustafa Kemal'in deyimiyle, "bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış" olduğu bir günde bile, Amasya'dan bütün dünyaya şöyle sesleniyorduk:
"Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve karan kurtaracaktır." Amasya Protokolü ile dünyaya böyle haykıran bir ulusun, tam bağımsız bir Cumhuriyet kurduktan sonra, emperyalizme sığınması, tarihin yargısında aklanamayacaktır sanırım.
Türkiye'nin "özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak için" umutlarını ABD yardımına bağlayanlara, Amasya Protokolü'nün bu tarihsel uyarısını anımsatıyoruz.
Sivas Kongresi'nde bu tezle, yani mandacıların (güdümcülerin) teziyle, Amasya Protokolündeki ilkeyi savunanların tezi çarpıştı. Güdümcüler yenildi. Ve gerçekten, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlığımız, ulusun azim ve kararı ile kurtarıldı.
MUSTAFA KEMAL VE ABD GENERALİ
Sivas Kongresi'nde güdümcülerin yenilgisi üzerine, Amerikan Hükümetinin temsilcisi olarak Doğu illerimizde incelemeler yapan General Harbor, Mustafa Kemal ile konuşur. General Harbor'ın sorusu ve Mustafa Kemal'in yanıtı, bu güne de ışık tutması yönünden çok ilginçtir. General Harbor, Mustafa Kemal'e sorar: "Ulusça düşünülebilen her türlü girişim ve özveride bulunduktan sonra da, başarı elde edilmezse ne yapacaksın" Mustafa Kemal'in yanıtı şudur:
"Bir ulus varlığını ve bağımsızlığını korumak için, düşünülebilen girişim ve özveriyi yaptıktan sonra, mutlaka başarır. Ya başaramazsa demek, o ulusu ölmüş saymak demektir. Öyle ise, ulus yaşadıkça ve özverili girişimlerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz."
Bugün" tam bağımsızlık yoktur, karşılıklı bağımlılık" vardır, ABD bir Dünya devletidir, ona entegre olmalıyız. Bizimle kurmak istediği stratejik işbirliğine hayır dememeliyiz," diyen yetkisizlere ve umutlarını ABD yardımına bağlayanlara Mustafa Kemal'in, General Harbor'a verdiği yanıtı anımsatıyoruz. Bilmem ki, emperyalizme entegre olmuş beyinler bu sözlerin anlamını kavrayabilirler mi? Çünkü bunun için, tarih bilinci ve sağlıklı bir kişilik gerekir.
Ne yazık ki Türkiye'nin son yarım yüzyılı, olaylara tarih bilinciyle eğilen kişiliklerin ezildiği ya da yok edildiği yıllardır…
Mustafa Kemal ile General Harbor, Sivas'ta konuşurlar. O sırada Mustafa Kemal, Ulusal Direnişi örgütlemektedir. Ülkede, yer yer ulusal boyuta ulaşacak direnişler vardır. Hem emperyalizm, hem de onun denetimindeki İstanbul Hükümeti, bu direnişlere karşıdır. Ve General Harbor, emperyalizm adına; bu direnişi ulusal bir davaya dönüştürecek, silk-i askeriden tecrit edilmiş – askerlikten ayrılmış, -ferd-i millet- ulusun bir bireyi olmuş Mustafa Kemal'le konuşur.
Mustafa Kemal General Harbor'u etkilemiştir. Bu sözlerin söylendiği günlerdeki Türkiye ile, 1945'lerden sonraki Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri düşünerek, 1947 Antlaşması'nı tarih değerlendirecektir diyoruz.
Bugün şöyle geriye baktığımızda, 1947'den bu yana geçen süreç, Mustafa Kemal'i haklı çıkarmıştır. Ulusal siyasamızın ilkelerini kendimiz saptamadıkça, Kıbrıs sorununun çözümü de, bu anlaşma dışında kalamaz. Çünkü Kıbrıs sorununu Ortadoğu siyasasından soyutlayarak düşünmek nasıl olanak dışı ise, Kıbrıs'ın ABD emperyalizmi için önemini görmemek de o kadar yanlıştır. Bu nedenle, "Türkiye Cumhuriyeti başka bir antlaşma ile hak sahibi olsa bile, Kıbrıs'a ancak ABD'nin izni ile çıkabilir, "söylemi", ABD Hükümeti'nin Kıbrıs siyasasını çizmektedir.
Bu siyasanın ilkelerini, aslında, biz yıllarca önce kabul etmiş bulunmaktayız. Bu nedenle Johnspn'ın, "sen benim iznim olmadan, benim verdiğim silah, araç ve gereçleri kullanamazsın" uyarısını, bu uyarının bizim yanılgımıza dayandığını bilmeden eleştirmek, gerçeği görmemektir. Biz 1947 Antlaşması ile bunun dayanağını kendimiz vermişiz.
Yardımın ana ilkelerini saptayan Kongre Yasası'na göre, ABD yardımla birlikte, yardım alan ülkelerin, iç ve dış siyasaları ve ekonomileri üzerinde tam bir denetim kurmuştur.
Truman Doktrini'yle ilgili 12 Temmuz 1947 Antlaşması'nın ilgili maddeleri incelendiğinde nasıl bir tuzağa düşürüldüğümüz daha iyi anlaşılır. Örneğin:
"Madde 2: Türkiye Hükümeti yapılan yardımı tahsis edilmiş bulunduğu gayeler uğrunda kullanacaktır. Sorumluluklarının icrası sırasında görevini serbestçe yapabilmesini mümkün kılmak için, bu Hükümet Misyon Şefine ve temsilcilerine, yapılan yardımın kullanılışı ve işleyişi hakkında rapor, malûmat ve müşahede şeklinde isteyebileceği her türlü kolaylık ve yardımı sağlayacaktır." 26
"Madde 3: Türkiye Hükümeti ile Birleşik Devletler Hükümeti, Türk ve Birleşik Devletler Milletlerine bu anlaşma gereğince yapılan yardım hususunda tam bilgi temini için işbirliği yapacaklardır."
Bu maksatla ve iki memleketin güvenliği ile kabili telif olduğu nispette:
1. Birleşik Devletler basın ve radyo temsilcilerine, bu yardımın kullanılışını serbestçe müşahede etmelerine ve bu müşahedelerini tam olarak bildirmelerine müsaade edilecektir.
2. Türkiye Hükümeti bu yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği miktarı ve işleyişi hakkında Türkiye'de tam ve devamlı yayın yapacaktır. 27
Bu antlaşmayı okuduktan sonra, "yalnız Johnson değil, Lord Curzon da haklı çıkmıştır," demek çok acı veriyor insana. Ama bu çıkmazdan kurtulmak için de, o acıyı ta yüreğimizle duymak gerekmiyor mu?
Kaynak: M. EMİN DEĞER – OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE
Dipnotlar:
1 M.Fahri, agy. s. 26
2 Claude Julien, agy s. 43
3 Claude Julien s. 42-43.
4 Doğan Avcıoğlu, Türkiyenin Düzeni, s. 558 ve Özel arşivimden yapıtın Ekler Bölümünde, Ek 3'e bakınız.
5 M.Fahri, agy.s. 58.
6 Prof. Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, s.9.
* (*) Johnson'un mektubu üzerine TIME dergisine verdiği demeç, 14.06.1964 tarihli Milliyet gazetesi.
7 Harry Magdoff, agy. s. 162.
8 Hany Magdoff, agy. s. 173.
9 Harry Magdoff, agy. s. 55
10 Hany Magdoff, agy. s. 55
11 İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart, Üçüncü Basım, Cilt 2, s.299. 164
12 Türkiye ve Yunanistan'a Yardım Hakkında Kongre Kanunu, Ekler Bölümü,!.
13 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv…..Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, s. 113.
14 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, agy. s.113. (Yeryüzünde bir örneği daha görülmemiş bu olay, elbet ABD için bundan sonraki uluslararası ilişkilerde takınacağı tavra kaynaklık edecektir. Ve bizimle yapılan 1947 Anlaşması ve Dolaylı Saldırı Doktrini'ne dayalı sözleşme ile, bu tutumun sürdürüldüğü görülmektedir.)
15 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, agy s. 114.
16 Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, s.542.
17 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, S. 1977
18 Doğan Avcıoğlu, agy. s. 2978
19 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi. Cilt, 3, s. 1572 (*) "Boğazlar sorunu Türkiye ve Sovyetler arasında notaların gelgitleriyle tartışılırken Truman yönetiminin Sovyet istemlerinin ABD güvenliğine hedef olmadığı görüşünde" olduğu yıllar sonra Dış Politika Enstitüsü'nün Dergisinde de ileri sürülmüştür. ( Dış politika Sayı. 4, S. 8 )
20 Doğan Avcıoğlu Milli Kurtuluş Tarihi s. 1573
21 Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, 1. cilt, s. 235-236
22 Şevket Süreyya Aydemir, agy. s. 236.
23 Doğan Avcıoğlu, agy. cilt 3 s. 1385.
24 Prof. Nihat Erim, Türkiye'nin Dış Politika Sorunları, Yön, s. 156.
25 Kim Philby'nin Hatıraları, Milliyet Gazetesi, 6 Nisan. 1968
26 Bu hüküm, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin ABD Yardım Misyonu Şefince denetlenmesi anlamına değin, türlü biçimde yorumlanabilir.
27 ABD emperyalizminin propagandasını yapma zorunluluğu bu hükümle yüklenilmiştir. Bu hüküm, öte yandan 5123 sayılı yasanın da hükmüdür. Yani TBMM, ABD'nin propagandasını yapmayı yasa ile kabul etmiştir.

24 Ekim 2013 Perşembe

Kapitalist Sistemin ve Batının Oyunu

Kapitalist Sistemin ve Batının Oyunu
Batılı ülkeler, kapitalist sistem içinde, kaynakları daima mer­keze doğru çekerek, bugüne kadar geldiler. Bu ülkeler, kaynakla­rı ele geçirmek için, önce, askerleri ile fiilen sömürgecilik yaptı­lar. Ülkeleri işgal ettiler, oralardaki insanları "medenileştirirken" (!), onların kaynaklarını sömürdüler. İşleri bittikten sonra da, insan edası takınarak, sömürgelerine bağımsızlığını verdiler. 
Doğrudan sömürü düzenini, ticari sömürü ilişkisi izledi. Ge­lişmiş ülkeler, kendi mallarını, geri ülkelerin hammadde ve ürünleri ile daima avantajlı bir ilişki içinde değiştirdiler. Ticarete açılmayan ülkeleri zorla ticarete açılmaya zorladılar. Japonya'yı ticarete açmak için, Amerikan donanmasının Tokyo limanını topa tutması, ekonomi tarihinde önemli bir yer işgal eder. Japon tarihinde "Kara Gemiler" olarak bilinen bu olayda, Kaptan Perry yönetimindeki Amerikan donanması, Tokyo limanını topa tuta­rak, Japonya'yı ticarete açmaya zorladı.
Kendi aralarında da acımasız bir rekabete giren kapitalistler, daha sonra da, ithal ikameci politikalar ve patent hakları yolları ile, gelişmekte olan ülkelerdeki üretim potansiyellerini paylaşıp, denetim altına almaya çalışmış ve bunu da büyük çapta başar­mışlardır. Gelişmiş ülkeler, uluslararası finans kurum ve piya­salarından gelişmekte olan ülkelere kredi dahi sağlayarak, hem bu ülkeleri borç batağına itmiş, hem de kendilerine kaynak akta­ran arterleri canlı tutabilmişlerdir. 
Kapitalist dünya, kendi halkını da, ufak bir grup lehine sö­mürmekten geri kalmamıştır. Sanayileşmenin ilk aşamasında, küçük çocukların yoğun biçimde, tüm haklarından yoksun, ola­rak, geceli gündüzlü çalıştırılmaları, püriten ekolün baskısı altın­da insanların manevi duygularının sömürülmesi, Batı'nın kendi halkını köleleştirme süreçlerine örnektir. Ne var ki bu süreç, bir yandan karşıt rejimlerin rekabeti, diğer yandan da sistem içi verimlilik önlemlerinin geliştirilmesi ile fazla uzun sürmedi ve zamanla yumuşadı.
Çelişki kaldığı sürece, yumuşamalar da geçici olmakta, işler sıkışınca durum yine sertleşebilmektedir. Nitekim, 1970'lerden beri olan da işte budur; sosyal devletin daraltılması, gelir dağılı­mının bozulması, özünde işlerin sıkışık olduğunun görüntüsü ve güç dengeleri içinde girişilen çözümlemedir. Aslında, sosyal dev­let, köklü bir çözüm değil, palyatif bir erteleme yöntemidir. Sos­yal devlet uygulamasında dizginler daima sermayenin elindedir.
Sıkışan merkez, son aşamada da, çevreye finans kurumları kanalları ve özelleştirme dayatmaları ile saldırmaktadır. Küre­selleşme ideolojisi ile güçlü bir biçimde desteklenen saldın, ne büyük bir gaflettir ki, gelişmekte olan ülkelerce, bir saldın olarak değil de, bir ilişki ve çağdaş düzen olarak algılanmaktadır. 
Sıkışan Batı bu tür politikalara daima başvurmuş ve başvur­maktadır. Bizim gibi ülkelerin bu oyuna kızmak yerine onu an­laması ve ülke içindeki çıkar grupları ile etkili bir mücadele cep­hesi oluşturması gerekmektedir. 
Hangi alanda mücadele edilmesi gerektiği konusunda sadece bir örnek vermek gerekirse, yeni vergi tasarısındaki bir noktayı belirtmek yeterli olabilir. Yeni tasarı, ilk hali ile yatırım indirimi­ni yeni makina ve teçhizat koşuluna bağlamış idi. Sonradan, bu hükümden "yeni" sözcüğü kaldırıldı. Bunun anlamı, Batı'nın terkettiği fakat boyayıp, süslediği eski teknolojiye sahip makina ve teçhizata bizim yatırımcılarca rağbet edileceğidir. Bu uygu­lama, enflâsyonist ortamda, pompalanmış iç piyasada iş yapanları, tüketiciler aleyhine, zengin eder, ama ülkeyi geri bıraktırır. İşte bundan,dolayı, Batı tüm gücü ile, GATT anlaşmalarını sonuçlandırıp, güçlendirmekte, globalleşmeyi savunmakta ve bizle­re dayatmaktadır. Kârlı KİT'lerimiz, bilinçsiz pazar olanakları­nız, ve vergi cenneti yaratan politikalarımız iştah kabartırken, tüketici kredilerinden emdikleri kanla lüks ve israfa boğulan fınans kesimi, vatansever yatırımcı (!) müteşebbisler ve bu du­rumdan yararlanmayı amaçlayan sair çevreler haksız mıdır? Bizim, bu sömürü çevrelerinin doğal davranışlarına kızmamız yerine, acaba kendimize dönüp, niçin örgütlenmediğimizi, niçin siyasal kararlara girme kanallarını zorlamadığımızı ve böylece çıkarlarımızı daha bir bilinçle savunarak bu çirkin oyunu boz­madığımızı düşünüp, bunlara çareler üretmemiz daha akılcı bir davranış olmaz mı! 

Kaynak: İzzettin Önder – İstanbul Üniversitesi Maliye Bölümü

23 Ekim 2013 Çarşamba

"Çin'deki 'Türk Piramitleri' tarihi ezberi bozacak!"


Çin’in orta kesimindeki Şaanşi eyaletinin başkenti Şian şehrinin 100 kilometre yakınında bulunan Çin piramitleri hakkında araştırmalarda bulunan ve piramitlerin içine giren ilk Türk araştırmacı yazar Oktan Keleş, piramitlerdeki materyallerin Türk tarihi açısından büyük önem arz ettiğini ve "bütün ezberleri bozacak kadar dünya tarihi açısından önemli olduğunu" söyledi.

"Beyaz piramitler" ya da "Türk piramidi" diye de anılan piramitlere giren ve orada araştırmalarda bulunan Keleş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, "Buradaki materyaller konunun uzmanları tarafından incelendiğinde şunu söyleyebiliriz: Tarihin tekrar yazılması gerekebilir" dedi ve piramitlerdeki materyallerin Türk tarihi açısından büyük önem arz ettiğini belirtti.

Keleş, bölgeye daha önce de araştırma yapmak için başkalarının gittiğini ancak araştırmacıların görüntü almasına izin verilmediğini ve şimdi yayımlanan fotoğrafların, "şu ana kadar yayımlananlar arasında bir ilk" olduğunu vurguladı.

Yaşlı bir Çinli rehberliğinde piramitlerin iç kısımlarına girdiklerini belirten Keleş, piramitlerin içinde Türklere ait olduğunu düşündükleri sembol, heykel ve tabletler olduğunu kaydetti.

Keleş, kendilerinin ortaya koyduğu deliller karşısında Çinli yetkililerin, "Eski dönemlerde Uygurlar, Çinliler adına paralı asker olarak görev yapıyorlardı. Buradaki semboller ve işaretler onlardan kalma" dediğini aktardı ve "Bu düşünce tabii kendilerine ait" diye konuştu.

"PİRAMİDİN İÇİNDEYİZ"
Piramitlere giderken ve piramitlerin içinde yaşananları aktaran Oktan Keleş, yaşlı bir Çinli rehber eşliğinde piramitlere yakın bir yerden doğal bir mağaranın içerisinde girdiklerini ve karanlıkta 40-50 metre kadar yürüdüklerini anlatarak, "Mağarada 3 kanallı bir girişe geldik. Sonra dikey bir yerden 7-8 metre aşağı kaydık. Geniş bir alana geldiğimizde Çinli rehber bize ’Piramidin içindeyiz’ dedi" diye konuştu.

Keleş, piramidin tabii bir oluşumun üzerine inşa edildiğini belirtti ve Çinli rehber eşliğinde bir mezar odasına ulaşıldığını aktardı.

Mezar odasında yerde boyu 2 metreye yakın bir mumya olduğunu belirten Keleş, mumyanın başında bulunan bir kayada çeşitli işaret ve yazıların yanı sıra "ay yıldız, kurt başları" gördüklerini söyledi. Keleş, alana ışık tutulduğunda "şoke olduklarını" ve "3 metre boylarında, muhtemelen granit taştan yapılma bir baş heykeli" ile karşılaştıklarını kaydetti.

Keleş, heykelin üst kısmında çift boynuza benzer bir objenin bulunduğunu, kafasının ortasında da bir "ay-yıldız" simgesinin göze çarptığını anlattı.

Heykelin yanında da kucağında çocuk olan başka bir kadın heykelinin ve yerde bir mumyanın bulunduğunu belirten Keleş, şöyle devam etti: "İhtiyar Çinli, dizlerinin üzerine çöküp bir şeyler mırıldanıyor.

Gördüğümüz mumya bir erkeğe ait. 30 sene kadar önce yüzü daha net seçiliyormuş hatta ayaklarında çizmeye benzer şeyler olduğunu söylüyor, yaşlı Çinli. İçeride yaklaşık 7-8 dakika kadar kaldık ki, ihtiyar Çinli acele çıkmamız gerektiğini işaret ediyor. Biz biraz daha kalıp, etrafı iyice incelemek istiyoruz. Yaşlı Çinli sertleşiyor, teklifimizi kabul etmiyor. Aşağı doğru merdivenle inilen bir yer görüyoruz ve oraya inmek istiyoruz. Yaşlı Çinli, ’oraya inişin çok zor olduğunu, indikten sonra çıkışın daha da zor olduğunu, buradan acele çıkmamız gerektiğini’ söylüyor. Çinli’nin bu kadar telaşlı olmasından ve sinirlenmesinden dolayı aşağı inemedik. Ancak fenerle şöyle etrafı bir taradığımızda, duvarlarda yazılar ve şekillerle üst üste dizilmiş ve birbirlerine yapışmış tabletleri gördük daha fazlasını seçemedik." -
"ATANIZ OĞUZ KAĞAN’IN TEMSİLİ SURETİDİR"
Keleş, yaşlı Çinlinin verdiği bilgiye göre, mumyanın yüzünün önceden daha net olduğunu, ancak zaman içerisinde köylülerin mumyanın bazı parçalarını koparması nedeniyle bozulmaya başladığını söyledi.

Çift boynuzlu granit taştan üç metrelik baş figürünü sorduklarında ise şaşırtıcı bir cevap aldıklarını belirten Oktan Keleş, Çinli’nin "O sizin atanız Oğuz Kağan’ın temsili suretidir" dediğini nakletti.

Keleş, Çinli’nin piramidin alt kısmında başka bir mumya olduğunu ve onun hiç bozulmadığını ileri sürdüğünü, ayrıca var olan binlerce tabletten bazılarının zaman içerisinde aşınarak birbirine yapıştığını söylediğini aktardı.

Piramitlerin bulunduğu bölgenin yasak olduğuna dair söylentilerin sorulması üzerine Keleş, bölgenin tamamen yasaklanmış bir bölge olmadığını, ancak içeride araştırma ve çekim yapmak konusunda izin verilmediğini belirtti.

Keleş, özellikle Alman bilim adamlarının yaptığı çalışmaların "oldukça önemli" olduğunu, ellerinde bazı bilgiler olmakla beraber görüntü olarak kanıt sunamadıklarını vurgulayarak, "Bildiğimiz kadarıyla bizim yayımladığımız görüntüler bu alanda en kapsamlı görüntüler olma özelliğine sahiptir" diye konuştu.

"TÜRK PİRAMİTLERİ"
Şian şehrinin 100 kilometre yakınında bulunan Çin piramitlerinin, diğer adıyla "Türk piramitlerinin" keşfi konusunda birçok iddia bulunuyor. Bunların arasında en yaygın olanı ise İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalı pilot James Gaussman’ın Hindistan’dan Çin’e uçarken piramitleri gördüğüne dair iddialar olmasına karşın, bu iddiaları doğrulayacak bir kanıt bulunmuyor.

Gaussman’ın iddialarının aslında Trans World Havayolları’nın Uzak Doğu yöneticisi Binbaşı Maurice Shehan’a ait olduğu düşünülüyor.

Keleş, Gaussman’ın bölgedeki piramitleri görmesinin ardından Alman araştırmacı yazar Hartwig HausDorf’un bölgeye gittiğini ve piramitler hakkında birçok materyal topladığını aktardı.

Keleş, Hausdorf’un bu piramitlerde, ön Türklere ait "yazılar ve çok değişik mumyalar olduğunu" söylediğini, ancak bunları delillendiremediği için bilgilerinin kuşkuyla karşılandığını belirtti.

Piramitlerin sayısının irili ufaklı 100 civarında olduğu belirtilirken, söz konusu piramitlerin kime ait olduğu ve içindekiler hakkında kesin bilgi bulunmuyor.




Türkiye'de tarım yok oluyor!

 
Son 5 yılda, 11 milyon dekarlık tarım alanı yok oldu. Sebep çiftçiliğin desteklenmemesi.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, ülke çapında 5 yılda yaklaşık 11 milyon dekar tarım alanı yok oldu. Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Antalya Şube Başkanı Vahap Tuncer, yeterli destek verilmediği için çiftçilerin tarımdan vazgeçtiğini söyledi.

TÜİK'in 2007- 2012 yıllarını kapsayan verilerine göre, Türkiye genelinde 2007 yılında çayır ve mera alanları hariç 248 milyon 873 bin 935 dekar toplam tarım arazisi, 10 milyon 924 bin 298 dekarlık kayıpla 2012 yılında 237 milyon 949 bin 637 dekara düştü. Tarım arazilerinin büyük bölümünü oluşturan 'tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerin' ekili olduğu alan miktarı, 2007'de 169 milyon 449 bin 599 dekar iken 2012 yılında bu rakam 154 milyon 644 bin 523 dekara düştü.

SEBZE VE MEYVE ALANLARI ARTTI

Aynı dönemde 'sebze bahçeleri' ile 'meyveler, içecek ve baharat bitkileri' ekim alanlarında ise artış meydana geldi. 2007'de 8 milyon 147 bin 859 dekar olan 'sebze bahçeleri' alanı, 2012'de 8 milyon 265 bin 966 dekara, 29 milyon 87 bin 4 dekar olan 'meyveler, içecek ve baharat bitkileri' alanı ise 32 milyon 129 bin 886 dekara yükseldi. Verilere göre, 2011 yılında değerlendirmeye alınan 'süs bitkileri' alanı da 42 bin 198 dekardan 2012'de 47 bin 895 dekara çıktı.

ASIL DÜŞÜŞ 2000'DEN SONRA

Son 5 yılda yaklaşık 11 milyon dekar alanda tarımsal üretimden vazgeçilmesini değerlendiren ZMO Antalya Şube Başkanı Vahap Tuncer, asıl vahim tablonun 2000 yılıyla kıyaslandığında ortaya çıktığını söyledi. 2000-2012 yılları arasında 25 milyon dekardan fazla tarım arazisinin üretim dışı kaldığını ifade eden Vahap Tuncer, 2007'den sonra düşüşün kademeli olarak sürdüğünü anlattı.

ULUSAL BİR POLİTİKA YOK

Ekili tarım arazisindeki azalmanın tarım sektöründe ciddi bir çöküş yaşandığının göstergesi olduğuna işaret eden Tuncer, kaybedilen tarım arazisi oranının Türkiye'deki 10 ilin yüzölçümüne denk geldiğine dikkati çekti. Tuncer, ortaya çıkan rakamın çok ciddi boyutta olduğunu, bu konunun iyi irdelenmesi gerektiğini belirtti. Tarım arazilerindeki azalmanın başlıca nedenlerini Türkiye'deki iktidarların tarım sektörüne gereken önemi vermemeleri, tarım sektörünün ihtiyaç duyduğu desteklemelerin sağlanamayışı ve ulusal bir tarım politikasının belirlenemeyişi başlıkları altında sıralayan Tuncer, bu sebeplerden dolayı karnını doyurmakta bile zorluk çeken üreticinin sektörden ayrılmak zorunda kaldığını vurguladı.

TEHLİKE GÖRÜLMELİ VE DESTEK VERİLMELİ

ZMO Antalya Şube Başkanı Vahap Tuncer, tarım sektöründe yaşanan tehlikeye karşı bir an önce gerekli desteklerin sağlanması ve tarımdan kopuşun durdurulması gerektiğini söyledi. Kaybedilen tarım arazilerinin geri kazandırılmasının mümkün olmadığına dikkati çeken Vahap Tuncer, geçmişten ders alınarak hareket edilmesi, ulusal güvenlik için gıda güvenliğinin mutlaka sağlanması gerektiğini ifade etti. Tuncer, "Gelecekte besin ve gıda güvenliği olmayan ülkelerin ulusal güvenliği de olmayacaktır. Bunun için Türkiye'de tarım sektörü büyütülmelidir. Fabrikada üretemediğiniz tek şey topraktır" dedi.
DHA

Okulu olmayan köye 5. cami!

 
MUĞLA’nın Marmaris İlçesi’ne bağlı, okulu olmayan 507 nüfuslu Osmaniye Köyü’ne 5’inci caminin yapılması için girişimlerde bulunulduğu belirtildi.
Çoğu zaman köydeki camilerde imamların yalnız namaz kıldığını belirten Osmaniye Köyü Muhtarı Hasan Hüseyin Aydın, "1990’lı yılların başlarına kadar köyde 2 ilkokul, 2 de cami vardı. Okulların 2’si de kapandı, cami sayısı 4’e çıktı. Şimdi bazı köylüler müftülüğe gidip yeni bir cami yapılmasını istemiş. Oysa camiye değil okula ihtiyacımız var" dedi. İlçe Müftüsü Hasan Ersöz, köyün Kuyucak Mahallesi’nden cami talebi geldiğini doğruladı, "Evet, vatandaş istiyor, arsa bakıyor. Arsa bulurlarsa cami yaparız" diye konuştu.

Marmaris’e 25 kilometre uzaklıktaki Osmaniye’de yaşayanlardan bazıları, okulu olmayan köylerine, 5’inci caminin yapılması için Marmaris Müftülüğü’nden yardım talebinde bulundu. Muhtar Hasan Hüseyin Aydın ve onun gibi düşünen köylüler ise duruma tepki gösterdi. Muhtar Aydın, "Müftümüzle görüşmeye gittiğimde, bazı köylülerimizin Kuyucak Mahallesi’nde bir cami yapılması için başvurduğunu öğrendim. Müftümüz, benden yeni cami için maddi ve manevi destek sağlanması konusunda yardım istedi. Ben de köyümüze cami değil okul gerektiğini belirterek, yardımcı olmayacağımı söyledim" dedi.

İKİ OKUL KAPATILDI, İKİ CAMİ DAHA AÇILDI

Köylerinin nüfusunun 507, yetişkin erkek sayısının yaklaşık 130 olduğunu, sadece Osmaniye’deki 150 kişi kapasiteli Hacıağaç Camii’nin tek başına ihtiyacı karşılayabileceğinin altını çizen Muhtar Aydın, şunları söyledi: 

"1990’lı yılların başlarına kadar köyde iki ilkokul, biri Hacıağaç diğeri Camiyanı mahallelerinde olmak üzere iki de cami vardı. Okulların 2’si de taşımalı eğitim sistemine geçilince kapandı. Osmaniye’de yaşayan 60 kadar ilköğretim öğrencisi, Turunç Beldesi ve Bayır Köyü’ndeki okullara servislerle götürülüyor. Bu arada cami sayısı 4’e çıktı. Sarnıç ve Yassıpiren mahallerine de birer cami yaptırıldı. 4 caminin toplam kapasitesi 350 civarında. Her caminin 1’er de kadrolu imamı var. Şimdi de bazı köylüler, müftülüğe gidip, Kuyucak Mahallesi’ne de bir cami yapılmasını istemişler. Kuyucak Mahallesi ile Yassıpiren Camii’nin mesafesi sadece 2 kilometre. Cuma namazları dışında, 5 vakit namaz için camiye gidenlerin sayısı da ancak 10’u bulur. Çoğu zaman mevcut camilerde, imamın dışında namaz kılan göremezsiniz. Yani, camiye değil okula ihtiyacımız var."

’ARSA VAR, BİNA VAR OKUL YAPSINLAR’

Osmaniye’deki Hacıağaç İlkokulu’nun bakımsızlıktan dökülen, tek katlı eski binasının da bulunduğu 6 dönümlük arsanın tapusunun köy tüzel kişiliğine, kullanım hakkının da Milli Eğitim’e ait olduğunu belirten Hasan Hüseyin Aydın, "Eskiden bu okulda 40 öğrenci, 2 öğretmenden eğitim alıyordu. İşte hazır arsa, hazır bina. Hem bir kat daha çıkabilirler. Köyümüze okul yapsınlar. Çocuklarımız, her sabah kilometrelerce uzaklıktaki okullara gitmek zorunda kalmasın" diye konuştu.

Osmaniye’de restoran işleten Muhammet Şahin de köylülerin çok büyük bölümünün, zaten fazla cami olduğu kanısını taşıdığını belirterek şunları kaydetti: 

"Zaten köyde 4 cami var. Camiden önce köye yapılması gerekenler var. Hepsinde bir imam var ve bu bizim ve devletin zararına. Bu imamlara ödenen maaşlar bizim cebimizden çıkıyor. Bizim mahallemizde caminin kadrolu imamı var. Ancak bir tane cemaati yok. Hocalar Mahallesi diye anılan Yassıpiren Mahallesi’ndeki köylüler, cemaati olmayan imamlarıyla sürtüşmeli. ’Biz zaten hocayız, imama gerek yok’ diyorlar. Sarnıç ve Camiyanı mahalleleri de imamlarıyla sürtüşmeli."

’ARSA BULSUNLAR YAPARIZ’

Marmaris İlçe Müftüsü Hasan Ersöz de köyün Kuyucak Mahallesi’nden cami talebi geldiğini doğruladı, "Evet, vatandaş istiyor, arsa bakıyor. Arsa bulurlarsa cami yaparız" diye konuştu.

İLÇE MERKEZİNDE 4 CAMİ VAR

Osmaniye’de neredeyse 100 kişiye 1 cami düşerken, binlerce kişinin yaşadığı, turizm sezonunda yüzbinlerin çalışmak ve tatil için geldiği Marmaris ilçe merkezinde de 4 cami bulunuyor.
DHA