Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur,örneğin Türkiye.
Nelson Rockefeller 1956
ABD Neden Türkiye'de?
"ABD neden Türkiye'dedir?" sorusunun yanıtı, "ABD, Dünya'nın öteki
ülkelerinde hangi nedenle bulunuyorsa, bizde de o nedenle bulunuyor"
olmalıdır. Ancak, Ortadoğu'nun emperyalizm için önemi göz önüne
alındığında, Türkiye'deki varlığı ayrı bir değerlendirmeyi gerektirecek
önemdedir.
ABD geçmişte, Dünyayı Sovyet etkisinden kurtarmak ve korumak için
ülkelerle ilgilendiğine inandırmak istemiştir. Kendisinin "Hür Dünya"
olarak nitelediği ulusların, demokratik ve bağımsız-özgür olmalarını
amaçladığı savındadır. Bu tür söylemler elbet genel politika
söylemleridir.
Gerçekte, ABD'nin gözünde Dünya çok küçüktür. Bu nedenle de Dünya
ile ilgilenmelidir. İdealizmini Dünya'ya yaymalıdır. Çünkü ABD'nin
kaderi, onu Dünya liderliğine çıkarmıştır. Eski Genelkurmay
Başkanlarından General Tailor, "Birleşik Amerika hür dünya lideri olmak
kaderinden vazgeçemez" derken, ABD'nin gücünden emin ve öteki ülkelere
ne denli yukarıdan bakışını yansıtmıştır.
Başkan Eisenhower de, "Hür dünyayı savunma azmimizden birşey
kaybetmediğimizi ve etmeyeceğimizi belirtmeliyiz" diyerek, Dünya'ya
düzen verme mitinin kendilerine ait olduğunu vurgulamıştır. 1
ABD, kendilerine Dünya'yı düzene sokma mitosunun Tanrı tarafından
verildiğine inanır. Şu sözler bunun somut kanıtıdır. Eisenhower'ın
rakibi Başkan adayı Stevenson, "Tanrı, bize özgür dünyanın liderliğinden
hiç de aşağı olmayan bir görev yüklemiştir," der. 2
Başkan Kennedy, ölümünden önce, Mezamir'deki sözleri, Dallas'taki
konuşmasına aktarıyor. "Tanrı şehri korumazsa, bekçinin beklemesi
boştur." Robert Kennedy de, "Gezegenimizin manevi yönetiminde hakkımız
vardır." sözleriyle, Tanrı'nın kendilerine tinsel bir görev verdiğini
anlatıyor.
Mc Kinley, Filipinler'i fethe giderken, "… onları kalkındırmak,
uygarlaştırmak ve Hıristiyanlaştırmak" amacında olduklarını söylüyordu… 3
Gerçekte bu sözler, 'evrensel soygun'un örtüleridir. ABD bu soygunu
Tanrı adına yapıyor(!) demek ki!..
Bu sözlerin bir başka anlamı da şudur: ABD, Dünya'nın jandarmalığını
üstlenmiştir, istediğini yapabilir. İzni de Tanrı'dan almıştır!
Ve bakın, ABD Türkiye'ye hangi amaçla gelmiş. Bunu ünlü bir uzmanın,
Max Weston Thornburg'un "Türkiye'ye Yardım, Niçin?" adlı raporundan
okuyalım. Thornburg, raporunun sonunda diyor ki:
"Eğer Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün 12 Temmuz Beyannamesi, tek parti
diktatörlüğünün sonu anlamına geliyorsa ve eğer bakanların son
zamanlarda özel girişimi destekleyecekleri söylemleri yerine
getirilecekse ve eğer Türkiye bizden yardımı bu vaat ve açıklamaların
ışığı altında isterse, o zaman yalnız sermayemizi değil, fakat aynı
zamanda hizmetlerimizi, geleneklerimizi ve ideallerimizi plase edecek ve
elden gitmesine izin verilemeyecek bir yatırım fırsatı doğacaktır." 4
ABD, istememiz halinde bize yardım edecek. Bunun anlamı şudur:
Güvenliğimizin korunmasını istediğimiz ABD, onurumuzu ayaklar altına
alırsak yardım edebilecek!.. ABD böylece, Mustafa Kemal'in bu ulusa
verdiği onuru yıkmak istiyor. Ve bununla da bitmiyor, asıl sonraki
amaçlar önemli… Neden mi? Bu durumda, yalnız sermayeleriyle değil,
idealleri ve gelenekleriyle gelecekler…
Asıl önemlisi, sıralanan koşullarla geldiklerinde de, bir daha elden
kaçırmak istemeyecekleri bir fırsat yakalamış olduklarının açıkça
belirtilmesi. Bizi kendi geleneklerini ve ideallerini aşılayarak öz
kimliğimizden soyutlamak ve kendimize yabancılaştırmak istiyorlar… İşte
ABD tuzağının en büyüğü burada. ABD'nin neden, oyun üstün oyun
sergileyerek bizi tam bir uydu yapmak istediği anlaşılmıyor mu? "Bir
daha elden gitmesine izin verilmeyecek bir yatırım" olduğumuz için…
Acı, acının da ötesinde bir gerçek… Ulusça, bu gerçeğin ayırdına vardığımız gün, tuzaklardan kurtulmanın yollarını bulabiliriz.
ABD emperyalizmi Birinci Dünya Savaşı'ndan önce, daha çok arka
bahçesi ile (Latin Amerika) ve Okyanusya'daki adalarla ilgiliydi. Ve bu
ilgisini bir büyük ağabey misyonu içinde dayanışma ve güvenlik
anlaşmalarıyla koruma esprisine dayandırıyordu.
Bu politikanın korunan ülkelere nelere mal olduğunu şu belgeden
izleyelim. Guetamala eski başkanlarından Juan Jose Arevvalo,
Washington'un bu dayanışma ve güvenlik anlaşmasını "Bu anlaşma Latin
Amerika'daki yirmi devlet için bir güvenlik şalıdır," diye niteleyip
tanımladıktan sonra J.J. Arevvalo konuşmasını şöyle sürdürür:
"Birleşik Amerika, bizim Cumhuriyete birkaç defa ağır yaralar açtı.
Topraklarımızı şehirlerimizi bombaladı. Hem de harp falan ilan etmeden.
Ülkemize askeri çıkarmalar yaptı, başkanımızı ve insanlarımızı öldürdü.
Ama bütün bunların ne önemi var efendim, USA bizim ağabeyimiz, son otuz
yıl içinde ülkelerimizin bütün servet kaynaklarını söküp götürdü. USA,
bizim kardeşimiz!
Bizim devletimiz, onların çiftliğidir. Bütün imtiyazları hep
kendisinde toplar. Bizlere gelince, onun küçük kardeşleri: Yirmi tane
çıplak ve genç küçük kardeş: Evet bizler, ağabeyimize gereken saygıyı
göstermekle yükümlü ve görevli olarak, topraklarımızın ürünlerini ve
ülkelerimizin servetlerini, ona, saygıdeğer ağabeyimize vermekle
ödevliyiz." 5 Onurlu bir haykırıştır bu.
Oysa biz, bu haykırıştan otuzbeş yıl sonra, Ulusal Kurtuluş Savaşı
vermiş bir ulus bilincini unutarak, güvenliğimizin ve bağımsızlığımızın
korunması için, Truman Doktrini kapsamına girmek için çırpmıyorduk. Bir
Kongre Yasası'nı, ABD Cumhurbaşkanı'nın istemiyle bizim yasalarımızda
değişiklik yapmayı, Yunanistan ve Türkiye'ye Yardımla ilgili Kongre
Yasası'nın ilgili maddesi ile kabul ettik. Bunu 1947 Anlaşması'nı
incelerken göreceğiz.
ABD'nin arka bahçesi ile ilgilenmesi, başlangıçta Latin Amerika'yı
Avrupa Emperyalizmi'nden korumak görüntüsü altında başlamıştı. Avrupa,
Amerika'nın işlerine karışmayacaktı. Amerika'da, Avrupa'nın işlerine
burnunu sokmayacaktı.
ABD, daha sonra Monroe Doktrini'ni, "Ulusun büyüdüğü, güç ve
kaynaklan kıtada egemen bir konuma geçtiği için, bunun O'na, herhangi
bir devlete ya da bütün devletlere karşı aşağı yukarı sarsılmaz bir güç
kazandırdığını belirterek "1895'deki Dışişleri Sekreteri Richard
Olney'in dili ile genişletiyordu. 6 Böylece ABD, Latin Amerika'yı
sömürgeleştirmeye başladı. Artık Batı yarım küresinde her sorun ABD'den
sorulacaktı!
Ve ABD, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, arka bahçesindeki sömürü,
düzeninin çarklarım çevirmeye yetmediğinden, Dünya'ya açılmaya başlar.
Artık Dünyayı düzenlemeye karar vermiştir. ABD, kendi idealizminden ve
liderliğinden öylesine emindir ki, önce ünlü Wilson Doktrini ile Dünyaya
uygun gördüğü düzenin ana çizgilerini açıklar.
AMERİKAN İDEALİZMİ VE YENİ EMPERYALİZM
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra arka bahçeden Dünyaya açılma ve
etkin olma yolu aranmaya başlandı. Öteden beri Dünyaya yayılma ve
genişleme yolunda fırsat kollamakta olan ABD, Wilson’un ünlü 14 maddelik
barış ilkesi(!) ve "Manda" siyasası ile yayılma, genişleme ve kendi
idealizmini-Amerikan idealizmini – Dünyanın her yerinde egemen kılma
isteği ile yola çıktı.
Bu politika yeni düzenlemelerle, İkinci Dünya Savaşı sonrası
uygulanmaya başlandı. Ve Dünyanın büyük bir kesimi son kırk yılı,
ABD'nin sömürü ağında ve tuzağında geçirdi. Yeni emperyalizm, bu dönemde
dostluk ve yardımlaşma antlaşmaları ile geldi. Emperyalizmin asıl amacı
değişmemişti. Değişen, yöntemi idi.
Ne yazık ki, az gelişmişlik, bunun nasıl bir tuzak olduğunun
anlaşılmasını önledi. Öyle ki, İnönü gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın
komutanı ve Lozan'ın başarılı diplomatı bile, Lord Curzon'un her zaman
yinelediği uyarılarına karşın, "ABD'nin sorumluluğuna inanıyordum,
yanılmışım demektir."*[*] diyecek kadar gerçekleri göremedi. Sovyetlerin
dağılması ile girilen yeni dönemde, ABD, Körfez Olayı'nı bir örnek
baskı olarak sergiledi.
Irak olayları ile Dünya'ya yeni düzenin nasıl sağlanacağı örneğini
göstermek istedi. Özetle, ABD kendi idealizmini Dünya'ya dayattı. Yeni
Dünya Düzeni, artık karşısında hiçbir güç kalmadığı için, ABD çıkarının
her yerde, ABD'nin gücü ile korunması demekti. Dahası, uygulamaya
bakarak denilebilir ki, J3M'de peşine takarak, Somali'de olduğu gibi
insancıl yardım görüntüsü altında eylemli işgal ya da Irak örneğindeki
gibi, tepeden inme ve ezme yöntemi uygulanıyor. İşte Yeni Dünya
Düzeni'nin özeti budur!..
Amaç, ABD'nin – daha doğrusu çok uluslu şirketlerin çıkarını korumaktır. Başka bir şey değil!..
Ancak, emperyalizm, ne denli acımasız olduğunu her gün medyanın o
engin gücü ile gizlemektedir. ABD'nin yeni Başkanı Clinton da, 20 Ocak
1993 günü yemin ederken,
"ABD'nin çıkarlarına ters düştüğünde müdahaleden kaçınmayız" diyerek, ABD idealizminin ne olduğunu bir kez daha vurgulamıştır.
ABD'nin, başlangıcından bu yana hiç değişmeyen emperyalist emellerini kendi belgelerinden saptayalım.
Başkan Eisenhower, 1953 yılma ilişkin yıllık raporunda şunları söyler:
"Dış politikamızın açık ve sarih amacı, yabancı ülkelerde yatırımlar için uygun bir ortam yaratılmasını sağlamaktır." 7
Çünkü önemli olan ABD özel sermayesinin, öteki ülke ekonomilerine
egemen olmasıdır. ABD'nin bu politikasında AID (Uluslararası Kalkınma
Teşkilatı) en etken durumdadır. Başkan Kennedy bu konuda, ABD yardımının
uzun erimli etkilerini şöyle anlatır:
"İthalat yapıları" Dış yardımın etkisi altında bulunan ülkelere
örnek olarak Taiwan'ı, Kolombiya'yı, İsrail'i, İran'ı ve Pakistan'ı
göstermiş ve şöyle demiştir: "Bu ülkeler bir zamanlar sadece Avrupa
ülkelerinin pazarları idiler. Amerikan mallarına, hünerine ve Amerikan
tarzı çalışmaya alışmanın, yeni doğan ülkelerin zevklerine ve arzularına
verdiği yön üzerine ya da yardımımız kesildiğinde, mallarımıza olan
talep ve ihtiyacın devam edeceği ve ticarî ilişkilerin yardımın son
bulmasından sonra da uzun süre devam edeceğine çok az dikkat
edilmiştir." 8
Kapitalist sistemin ABD'deki gelişmesi, ABD'yi tüm emperyalist
sistemin liderliğine yükseltti. Bu sonuç. Amerikan ideolojisinin tüm
Dünya'ya egemen kılınması için, öteden beri var olan emperyalist
sistemin yaygınlaşmasına yol açtı ve Dünya, son kırk yıl bu uygulamaya
tanık oldu. Harry Magdoff, Emperyalizm Çağı adlı yapıtında, ABD'nin
Dünya liderliğini nasıl örgütlediğini şöyle anlatır:
"Savaş sonrası emperyalist sistemin örgütlendirilmesi, savaş sonuna
doğru kurulmuş bulunan uluslararası kurumlar aracılığı ile sağlandı:
Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu ki, her
birinde, çeşitli nedenlerden ötürü, ABD lider durumundaydı.
Bu sistem, UNRRA'nın faaliyetleri, Marshall Planı ve Washington'un
kontrol ve finans ettiği bazı ekonomik ve askeri yardım programları ile
güçlendirildi." H.Magdoff bu örgütlenişin amacını, Dean Rusk'ın
sözleriyle şöyle açıklar.
"Birleşik Devletlerin, Ulusal çıkarları, uluslararası çıkarlara feda
ettiği için değil, fakat ulusal çıkarlarını diğer uluslara zorla kabul
ettirmeye' çalışmakla eleştirildiğine dikkat çeken Dışişleri Bakanı
Rusk, bu eleştiriye cevap verirken, dolaylı olarak ABD liderliğinden
beklenen şeylere de değinmiştir.
Bu eleştiri Dışişleri Bakanı tarafından reddedilmemektedir. Tersine,
bu durumdan ötürü kendisi kıvanç duymaktadır: "Kanımızca bu eleştiri
bizim ve uluslararası hukukun güçlü olduğunun bir kanıtıdır." diyen
Rusk, ABD Dış politikasının muhteris emellerini şöyle özetlemektedir:
"Ancak, sadece Kuzey Amerika ile Batı yarım küresi ile, ya da Kuzey
Atlantik topluluğu ile sırlandırılmış savunma taktiklerinin artık güven
ve refah sağlamayacağını biliyoruz." 9 Dean Rusk'ın şu sözleri ABD'nin
sınırsızlığına inandığı gücüne güvenerek ihtirasının nerelere uzanmak
istediğinin göstergesidir:
"Dünya çok küçülmüştür. Toprak ile, su ile, atmosfer ile, bunları
kaplayan uzay ile, yani dünyanın tümü ile ilgilenmeliyiz." 10 Ve
Türkiye, ABD'nin gözündeki bu küçücük, ama Dünya'nın çok önemli bir
stratejik noktasında bulunduğu için, dikkati üzerine çeken ülke,
emperyalizmin ilgi ve etki alanına girdi. Ama görünüşte ABD, Türkiye'ye
kendiliğinden gelmedi. ABD'yi, Türkiye'ye biz çağırdık.(!) Dünya'da
emperyalizme karşı ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı vermiş, özgürlüğüne ve
bağımsızlığına kıskanç bir ulusun çocukları olarak çağırdık, hem de
"ulusal bütünlüğümüzü ve özgür ulus olarak varlığımızı sürdürebilmek
için" yardım isteyerek çağırdık.
Ve işte ABD, Türkiye'ye gelirken bizim bu isteğimizi 1947 tarihli
Kongre Yasası'nın ilk paragrafında belgeleyerek. "Ben Türkiye'nin ulusal
bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak için yardım yapacağım" diye
bağırarak geldi! İşte ABD'yi bu kongre yasasına dayalı anlaşmayla
çağırdık. Böyle bir yasaya dayalı anlaşmayı imzalamanın ayıbını
taşıyoruz yarım yüzyıldır. Hem de tarihin şaşmaz yargısına aldırmadan.
O ayıbı 1947'de işledik. Bu tarihten 17 yıl sonra 1964'de ünlü
Johnson Mektubu, bu ayıbın yüzümüze indirilmiş şamarı değil miydi? Ondan
sonra sarsılarak, kapıldığımız tuzaktan kurtulmaya çalıştık. Kurtulmak
istedikçe yeni tuzaklara düştük.
12 Martlar ve 12 Eylüllerin karanlığında kaldık. Çünkü emperyalizmin
tuzaklarında yürüdüğümüzün ayırdında değildik. 27 Mayıs Anayasasıyla
getirilmek istenen, çağdaş hukuk ilkelerine dayalı demokratik sisteme
neden karşı çıktık? O sistemi geliştirip çağdaş bir düzen yaratacağımız
yerde, 12 Eylül Sistemi ile toplumu tam bir sıkı düzene aldık. Bu
düzenin, bizim çıkarımıza değil, emperyalizmin Ortadoğu'daki,
çıkarlarına hizmet ettiğini düşünmeden…
Türkiye Cumhuriyeti'nin Ulusal Kurtuluş Savaşının iç dinamiği olan
"Müdafaa-yı Hukuk" felsefesine, tam bağımsızlık ülküsüne dayandığı
unutuldu. Unutturuldu demek daha doğru olur. Çünkü, hamiliğine
-koruyuculuğuna- sığındığımız (Tanrım ne utanç verici) ABD, ne ulusal
savaşımızı tanıdı, ne de Lozan'ı! Şimdilerde moda olan İkinci
Cumhuriyet, Lozan mı, Sevr mi tartışmalarıyla, 12 Eylül'ün getirdiği
yozlaşmanın yeni açılımlarını izliyoruz!..
İşte bu ortamda, Başbakan’ın "Çekiç Güç'ü söküp atamazsınız, ' çünkü
bir çıban gibi kök salmıştır" sözleri ile acı gerçeğe bir kez daha
çarptık. Başbakan Demirel’i, bu yürekli tanısı nedeni ile kutlamalı mı?
Demirel, olaylara değişik açıklamalar getiren mantığı ile yeni bir
açıklama getirebilir mi? Bilemiyorum! Uzun yıllar sonra ilk kez, en
yetkili ağızdan gerçek durumumuzun açık bir dille anlatılması elbet çok
önemli. Bunun değerini bilmeliyiz. Bu sözler, sadece bir umarsızlık
söylemi sayılmamalı…
Bir uyarı olarak da algılanmalı! Başbakan, emperyalizmin içimize kök
saldığını söylüyor ve bundan kurtulmanın, öyle bir kalemde kesip
almakla olmayacağını, bunun yaratacağı sorunlar sarmalının hesap
edilmesi gerektiğini anlatıyor.
Demirel emperyalizmin tuzaklarında yürüdüğümüzün ayırdında: Evet,
"ABD içimize kök salmış." Çağlayangil, 1974'de İsmail Cemle yaptığı bir
söyleşide, "ClA yapar, organik bağlarıyla yapar. Benim istihbarat
şefimle, kendisi farkına varmadan. ClA benim altımı oyar. Elinde imkân
var yabancı adamın. Girmiş enfiltre benim içime. Onun için hiç şaşmam.
Aramam da: Bulamam ki…" 11 Bu sözlerden, 12 Mart'ın yarattığı burukluk
nedeniyle sızlanma ötesinde çıkan sonuç şudur: Tam bir teslimiyet.
Ama öyle anlaşılıyor ki, Demirel daha o yıllarda tuzakların
ayırdında olmalı. Ancak Kurtuluş düşüncesi gelişmemiştir. Şimdi sanırım,
tuzaklardan kurtulmadıkça, bir yere ulaşamayacağımız anlaşılmış olsun
ki, kökleri çok derinlerdeki bu çıbanı, usta bir cerrah mahareti ile
çıkarmanın yollarını aramaya başlayalım.
ABD TUZAĞINA DÜŞMEK
Şimdi, ABD ile 1947'de nasıl ilişki kurulduğunu görelim. Türkiye'yi
emperyalizmin tuzağına iten ve Truman Doktrini olarak tarihe geçen
yasayı ve sözleşmeyi okuyalım. Yasanın gerekçesi olan aşağıya
aktardığımız sözler, belki bizi kendimize getirebilir, bizi uyandırır:
Neden mi? Okuyalım, anlayalım!..
ABD'nin Türkiye'ye neden ve nasıl yardım ettiğini belgeleyen yasa şu sözlerle başlar:
"Madem ki Türk ve Yunan Hükümetleri, Birleşik Devletler
Hükümeti'nden, milli bütünlüklerini ve hür milletler olarak
mevcudiyetlerini idame ettirebilmek için, gerekli malî ve diğer
yardımları acil olarak talep etmişlerdir." 12
İşte bu sözler, sanki Mustafa Kemal'i yadsırcasına, Lord Curzon'un
"bugün reddediyorsunuz, hiçbir şeyiniz yok, kalkınmak isteyeceksiniz ve
birgün bize geleceksiniz. Bugün reddettiklerinizi o gün kabul
edeceksiniz." sözlerini doğrularcasına, ulusal onurumuza indirilmiş
tokat değil mi? Bir ulus nasıl olur da, ulusal bütünlüğünün ve
özgürlüğünün korunmasını, bir başka ulusun yardımına, bir başka ulusun
ellerine bırakır? Tarihini yadsırcasına emperyalizme sığınır?
ABD emperyalizminin geçmiş uygulamalarının tarihini bilseydik böyle
bîr yanlışlığa düşmezdik sanının. Lord Curzon'un uyarısından ders
alabilmek için biraz da tarihi bilmek gerekiyor elbet.
Şu örnek ABD'nin başka uluslara bakış açısını göstermeye yetmektedir: Platt Değiştirgesi.
ABD'nin, Latin Amerika ve Karayib'lerdeki emperyalist amaçlarını
"büyük ağabey" edası ile yürütmeye çalıştığını görmüştük. Küba ile
ilişkilerinde Platt Değiştirgesi olarak anılan bir olay, bu ağabeyliğin
boyutlarını göstermesi yönünden çok ilginçtir.
ABD emperyalizminin, etki alanındaki ülkelerin yasalarını değil,
anayasalarını bile değiştirecek kadar iç işlerine karıştığının belgesi,
bu Platt Değiştirgesi'dir. Bu değiştirge, "Küba'nın güvenliğinin ve
bağımsızlığının ABD tarafından korunacağına ve Küba'da ABD üslerinin
kurulacağına ilişkin bir Kongre Yasası'dır ve bu Kongre Yasası, ABD'nin
istenci doğrultusunda Küba Anayasası'na eklenmiştir. Küba önce bu olaya
direnir, ama ABD'nin baskısı sonucu 12.6.1902'de, Kongre yasası'nın şu
hükümlerini Anayasası'na ekler:
"Küba Hükümeti, başka devlet ya da devletlerle Küba bağımsızlığını
tehlikeye sokacak sömürge ya da askeri amaçlarla üs, ya da toprak
verecek anlaşmalar yapmayacaktır. ABD, Küba bağımsızlığını korumak
amacıyla Küba'ya müdahale edebilecektir." 13
Değiştirge bununla bitmiyor. Şu hüküm, ABD'nin kendi amaçlarını
gerçekleştirmek uğruna, başka ulusların onurunu hiçe sayacak kertede
üstünlük kompleksi içinde olduğunu gösteriyor.
"Amerika’nın Küba’yı askeri işgal altında bulundurduğu zamanki
işlemleri meşru sayılacak ve bu işlemler sonunda kazanılmış haklar
korunacaktır." 14 Bu yüz kızartıcı olaya Kübalı zenci politikacı Juan
Cualberto Gomez, 1901'de bakın nasıl tepki gösteriyor:
"Bağımsızlığın ne zaman tehlikeye girdiğini ve böylece onu korumak
için ne zaman müdahale etmek gerektiği kararını Birleşik Devletler'e
bırakmak, gece ya da gündüz diledikleri zaman, iyi ya da kötü niyetle
girebilmeleri için evimizin anahtarını teslim etmek demektir." 15
Ya bizde hangi politikacı karşı çıkmıştır. Bildiğimiz, karşı çıkışın
tek yazılı belgesi vardır. Doç. Dr. Mehmet Ali AYBAR'ın Zincirli
Hürriyet Dergisindeki yazıları.
Denilecektir ki, biz ABD'ye neyi bıraktık, neyi teslim ettik? ABD
bize, bizim için yardım etmiyor mu? Gerçeği saptamak için, bizim 5123
Sayılı Yasa ile kabul ettiğimizden iç hukuk sayılan 22 Mayıs 1947
tarihli Kongre Kanunu'nu okumayı sürdürelim:
"Amerika Birleşik Devletleri Kongresinin Senatosu ve Temsilciler
Meclisi tarafından kanunlaştırılmıştır ki, bir başka kanunun hükümleri
ile çatışmadıkça Cumhurbaşkanı, Birleşik Devletlerin çıkarına uygun
mütalaa ettiği zamanlarda Yunanistan ve Türkiye'ye, bu hükümetlerin
talebi üzerine ve kendisinin tayin edeceği kayıt ve şartlarla, yardımda
bulunabilecektir." Yardımın temel koşullarını saptayan bu madde, altını
kalın çizgilerle çizeceğimiz şu ilkeleri taşımaktadır:
"Yardımın hangi koşullarda verileceğini ve nasıl kullanılacağını,
koşullarını ABD Cumhurbaşkanı saptar. Cumhurbaşkanı Yardımı Birleşik
Devletlerin çıkarlarına uygun gördüğü zamanlarda ve süre için verir."
Hiçbir yorumu gerektirmeyecek açıklıktaki bu hükmün anlamı şudur.
Asıl olan ABD'nin çıkarıdır. Bu nedenle, ABD kendi çıkarına uygun
görmediği an yardımı keser ya da yardım alan ülke, ABD çıkarını
tehlikeye sokarsa onu cezalandırır.* Ve Yeni Dünya Düzeni'nin patronu
ABD'nin yeni başkanı Clinton'un söylediği gibi, "çıkarı tehlikeye
girdiği an, o ülkenin iç işlerine karışır," Gerekirse, Irak örneğinde
olduğu gibi başına bela olur. Bunalımlar, baskılar birbirini izler,
ABD'nin cezalandırma süreci başlamıştır çünkü.
Türkiye, 1947'de Truman Doktrini kapsamına girdikten yıllar sonra,
yardımın bir tuzak olduğunu çok geç de olsa anlamıştır. Ancak
emperyalizmin tuzaklarından kurtulmanın her çırpınışı, yeni ekonomik,
sosyal ve siyasal bunalımlara uzanmış ve tuzaktan kurtulmak isteyenler
cezalandırılmışlardır.
Bir ülkenin böyle bir konuma girmesinde, her şeyden önce kendi
yöneticilerinin ve giderek halkının sorumluluğu vardır. Ve bu sorumluluk
baştan, yani ilişkinin başladığı tarihten başlar. Bu sorumluluğa
düşmemenin yolu tarih bilincinden geçer. Siyasal gerçekçilik bilincinden
geçer ve çıkarların yarıştığı uluslararası siyasanın güç ve çıkar
dengesine bağlı olduğunu bilerek, siyasa oluşturulmamasına dayanır.
Bir ülkenin yöneticilerinde böyle bir uygulama bilinci yoksa, işte o
zaman, güçlü ülkenin siyasal çizgisinde takılır kalırsınız. Bunun tuzak
olduğunun ayırdına vardığınızda da iş işten geçmiştir. İşte o zaman
oltada balık olursunuz…
Tam bağımsızlığa giden yoldan, oltaya nasıl takıldık? Şimdi onu görelim.
TRUMAN DOKTRİNİNE DOĞRU
ABD – Türkiye ilişkileri, İkinci Dünya Savaşı sırasında, "Ödünç
Verme ve Kiralama Yasası" çerçevesinde başlamıştır. Türkiye, bu ABD
Yasası'na göre 1945 yılına değin, ABD'den borç ve askeri malzeme
almıştır. 23 Şubat 1945 günü yapılan anlaşmaya göre, askeri yardım savaş
sonuna değin sürecektir. Ancak savaş sona erdiğinde, kullanılmayan
malzemeler geri verilecektir. Savaş sona erer, yardım kesilir. Truman
Doktrini ile yeniden başlar.
Türkiye-ABD ilişkilerinde, emperyalist sistem içinde Türkiye'ye
verilmek istenen rol işte bu 1947 Antlaşmasıyla başlar. Doğan Avcıoğlu,
Türkiye'nin Düzeni adlı yapıtında, Potsdam Konferansı'nda, Stalin'in
Türkiye ve Boğazlarla ilgili isteklerini kabul eden ABD ve İngiltere'nin
olası suskunluğu sonucu, "Türkiye'nin Sovyet tehdidi ile karşı karşıya
bırakıldığını" belirttikten sonra der ki:
"Rusya'nın Çarlık zamanından beri Boğazlar Meselesinin ikili (kendi
ifadelerine göre Karadeniz devletleriyle Türkiye arasında) yapılmasında
ısrar ettiğine göre, Potsdam Kararı, Stalin için bir zaferdir. Bu karara
dayanarak, Moskova – Türkiye'ye ikili görüşmelere girişmek için baskı
yapmaya, notalar yağdırmaya başladı." 16
Avcıoğlu'na göre, ABD, "Marshall Yardımı'ndan da, Türkiye'nin
yararlanmasını istemez. Bu tutumundan, Ortadoğu'yu etki -nüfuz – alanına
almak ve üsler kurmak için 'Türkiye'ye büyük ihtiyaç duyduğu zaman'
vazgeçmiştir."
1945-1947 yılları, Türkiye ile Sovyetler arasındaki ilişkiler çok
gergindir. Sovyet yayılmacılığı, Sovyetlerle sınır komşusu-ortaklığı
olan ülkelerde büyük bir tehdit yaratıyordu. Bu uygulamanın Potsdam'daki
pazarlık-paylaşımla ilgili olup olmadığı konusu aydınlanmış değildir.
Ancak, savaş sonrası, dünyanın iki kutba ayrıldığı ve ABD ile
Sovyetlerin kendi ilgi alanlarındaki ülkelerle ilgili girişimlerinde,
birbirlerine karışmadıkları düşünülürse, pazarlığın boyutları
çıkarılabilir.
Bu nedenle, 1945-1947 arası Sovyetlerle Türkiye arasındaki
gerginliğe, Büyük Britanya ve ABD'nin ilgisiz kalmaları ve Sovyet
tehditlerine karşı bizi, "Sovyetlerle sorunlarınızı aranızda görüşün"
söylemleriyle oyalamalarının nedeni de anlaşılmış değildir. O iki yıl
süresince Sovyetler, Boğazların statüsünü değiştirmekten gayrı, Türk –
Sovyet sınırının yeniden düzenlenmesini, Kars ve Ardahan'ın kendi
sınırları içine katılmasını istiyorlardı.
Feridun Cemal Erkin'in anılarından aktardığı şu bölümle, Avcıoğlu, Potsdam Konferansı'nı şöyle değerlendirir:
"Yalta'da, Sovyet önerilerini üç ülke Dışişleri Bakanlarının
incelemesi kabul edilir. "Feridun Cemal Erkin, en başta Türkiye'yi
ilgilendiren bir sorunun, Türkiye'nin Dışında çözülmeye kalkışılmasını
şöyle yorumlar."
«Küçük memleketlerin kaderleri bakımından başkalarına ait en kutsal
hakları, kapalı toplantılarda tasarruf hakkını kabullenen birkaç büyük
devletten kurulu Direktuar'dan daha tehlikeli bir şey düşünülemez.»
"Potsdam Konferansı'nda, Direktuar, Boğazlar konusundaki görüşlerini
Üç Büyükler'in Türkiye'ye ayrı ayrı bildirmelerini kararlaştırır. «Ayrı
ayrı bildirme»nin, «ayrı ayrı görüşme» anlamına mı geldiği pek
anlaşılmaz. Türk Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri, «Potsdam'da ABD
Cumhurbaşkanı tarafından ileri sürülen ve Büyük Britanya tarafından da
desteklenen formül, belirsiz, bellisiz ve tamamıyla uygunsuz idi» der.
Erkin'e göre, "Stalin Potsdam'da 1) Montreux'nün değiştirilmesi ve 2)
Değişikliğin Türkiye ile başbaşa tartışılması sonucunu elde etmiştir."
17
Bu formül, Feridun Cemal Erkin'in dediği gibi. "…. belirsiz,
bellisiz, uygunsuz" mudur? Yoksa bir oyunun, bizi emperyalizme
yönlendiren iki yıl süreli bir oyunun ilk perdesi midir? Çünkü,
Avcıoğlu'nun, Prof. Edward Weisband'dan aktardığı şu ilginç gözlem ve
değerlendirme, üzerinde düşünülmeye değer sorulara açılıyor. "Boğazlar
sorunu birkaç yıldır, Türkiye'nin Dışında İngiltere, Rusya ve ABD
liderleri arasında görüşülmektedir. Sorunu ilk ortaya atan da, Kasım
1943 sonunda Tahran Konferansı'nda, Churchill'dir.
Tahran'da Roosevelt ve Stalin, Türkiye'nin savaşa girmesi konusunda
ısrar edilmemesi için anlaşmaya varınca, Türkiye'yi ille savaşa sokmak
isteyen Churchill, Ankara Hükümeti'ni Boğazlar rejimini değiştirmekle
tehdit etmeyi önerir. Churchill, hatta Stalin'in «Boğazlar rejimini
değiştirmeye, Türkiye'yi savaşa katılmaya zorlayarak kalkışmasını»
ister!
Bu konuda Prof. Edward Weisband şunları yazar: «Tahran'da Türkleri,
ceza olarak Boğazlar'ın statüsünü değiştirmekle tehdit etmeyi öneren
Stalin değil, Churchill'dir. Churchill sorunu ortaya atınca, Stalin de
ister istemez Çanakkale Boğazı'nın rejimi hakkında soru sormuştur.
Stalin:
- 'İngiltere'nin artık bir itirazı olmadığına göre, bu rejimi biraz gevşetmek hiç de fena olmaz,' demiştir.
Churchill buna da 'peki' diyerek, Boğazlar rejimini değiştirmeye,
Türkiye'yi savaşa katılmaya zorlayarak kalkışmasını istemiştir. Stalin,
bu kez:
- 'Aceleye gerek yok…' cevabını verip, bu sorunu 'yalnız' genel
deyimler içinde tartışmakla ilgilendiğini belirtmiştir. Churchill, 'Rus
gemilerini bütün denizlerde görmeyi hepsinin umut etkilerini' de
söylemiştir. Stalin ise:
- 'Lord Curzon'un daha başka fikirleri vardı,' diye hatırlatmıştır.» 18
Bu Lord Curzon, İsmet Paşa ile Lozan'da tartışan ve O'na, "bir gün
bu aldıklarını geri vereceksin" diyen İngiliz diplomatıdır. Ve Lozan'ı
unutmamış ki, "Boğazlar sorunu Tahran'da tartışılırken, Churchill'in
önerisine karşı Stalin "Aceleye gerek yok. Lord Curzon'un başka
fikirleri var" der.
Montrö Antlaşması üzerindeki tartışmada, Türkiye önce yalnız
bırakılır. Notalar gelir, gider. 8 Ağustos 1946 tarihli Sovyet notasına
karşı. "Montrö Antlaşması'nın Türkiye ile Sovyetler arasında değil,
anlaşmanın tarafı olan devletlerin de hazır olacağı bir konferansta ele
alınabileceğine ilişkin Türkiye görüşü" Erkin'e göre, Anglo
amerikanlarca da desteklenir.
Feridun Cemal Erkin, bunu Potsdam'a karşı bir değişiklik olarak
yorumlarsa da, "üçlü karardan sonra Anglo amerikan’lardaki bu değişiklik
Türkiye'den, özellikle Sovyetler Birliği'ni ilgilendiren bir karara
yalnız başına karşı koyma sorumluluğunu üzerine almasını istemek
anlamına geliyordu" der.
Sovyetler karşısında yalnız bırakılışımız ve sonunda Truman
Doktrini'ne sığınışımız bir oyun muydu? diyoruz. Hele Stalin'in, "Lord
Curzon’un daha başka fikirleri var" yanıtını okuduktan sonra.
Sovyet tehdidine karşı destek istediğimiz ABD de işe karışmak
istemez, ama Büyükelçiliği kanalı ile şu bildirimi yapar: Bildirim de,
"Türk milletinin gösterdiği cesaret ve azmin hayranlıkla izlendiği,
ABD'nin, Birleşmiş Milletler Yasası'nın çiğnenmesine izin vermeyeceği"
belirtilir.* 19
Avcıoğlu der ki: "O günlerde Türkiye hakkında asıl söz sahibi
İngiltere"dir. Türk Dışişleri Bakanlığı, 1939 İngiliz ittifakını
tazeleme yolunda çaba gösterir. Bu çabalardan sonuç alınmaz. İnönü,
Saraçoğlu ve Erkin arasında bir toplantı yapılır. Bu toplantıda
Erkin'in, "Türkiye, ancak kaderini Amerika ve Büyük Britanya'ya bağlamak
yoluyla esenliğe kavuşabilir," önerisi onaylanır. 20
Evet bu toplantı, Cumhurbaşkanı ve Lozan'ın Baş Delegesi İsmet
Paşa'nın başkanlığında yapılmıştır. Ve Türkiye, "esenliğe çıkmak için"
kaderini İngiltere ve Amerika'ya bağlamayı kabul eder. Bu tarihsel bir
yanılgıdır ve Lord Curzon'un 1923'de Lozan'da söylediklerinin
gerçekleşmesidir. Lord Curzon, İsmet Paşa'nın, kapitülasyonlar
konusundaki direnişini kıramayınca der ki:
"Aylardan beri müzakere ediyoruz. Arzu ettiklerimizin hiçbirini
alamıyoruz. Vermiyorsunuz, anlayış göstermiyorsunuz. Memnun değiliz
sizden. Ama ne reddederseniz cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır.
Yarın geleceksiniz. O zaman bu cebimize koyduklarımızdan her birini
birer birer çıkarıp size vereceğiz." İsmet Paşa'nın yanıtı şudur:
"Biz bunları behemal alacağız. Biz bunları alalım. Siz şimdi verin
sonra gelirsek, istediğinizi yapın." 21 Evet emperyalizm, 1947
Antlaşmasıyla Lord Curzon'un dediğini yapıyordu. İnönü, emperyalizme
sığınarak, İsmet Paşa'nın aldıklarını, geri veriyordu. Bu elbet tarihsel
bir yanılgıydı. Ve İsmet Paşa, bu yanılgının 1964 yılında ayırdına
ancak varacak, "yanılmışım demektir" diyecektir.
Tarih bilinci yanılgıya izin vermemeliydi. Lozan Antlaşmasından
sonra New Conventional Gazetesi'nde yer alan şu satırlardaki yargının
gerçekleştirildiğini görmemeliydik.
"Gerçekte Türkiye, teorik bakımdan bağımsız bir hükümet oldu. Lakin
bu ticaret ve sanatta kabiliyetsiz ve sermayeden yoksun halkı,
bilenlerce malumdur ki, bu bağımsızlığın ömrü pek kısa olacak ve eski
durumu bir başkası üzerine alacaktır." 22
TÜRKİYE'Yİ KİM KORUYACAK?
Peki ABD, Türkiye'yi koruyacak mı idi? Kime karşı, nasıl
koruyacaktı? Avcıoğlu, Dış Politika öğretim üyesi ve yazar Prof. Ahmet
Şükrü Esmer'den aktardığı görüşlere ve Prof. Nihat Erim ile Kim
Philby'nin anılarına dayanarak der ki: "ABD, bizi ne Sovyet tehdidine
karşı korudu, ne de koruyacaktı…" Avcıoğlu'na göre, ABD Dışişleri Bakanı
Byrnes'in anılarında, "1946 Sonbaharında, ABD'nin Türkiye'ye askeri
yardım yapamayacağı, ancak az da olsa ekonomik yardım yapabileceği"
yazılıdır. Anlaşılan o ki, Türkiye, Stalin'le başbaşa bırakılmıştır.
Amerika'nın gerçekten yardıma gelemeyeceğinin başka tanıkları da
var. Prof. Nihat Erim, San Fransisko'daki Türk Delegasyonu arasında bir
görevlidir. Molotof’un Haziran 1945'teki istekleri üzerine ABD ve
İngiltere'nin tutumuyla ilgili değerlendirmesi Prof. Ahmet Şükrü
Esmer'in aşağıdaki görüşlerine koşuttur:
Bizi kimin elinden nasıl kurtardılar? Rus baskısı ağırdı, fakat
savaşa varacaksa, bu noktaya 1945 ve 1946 yıllarında varılabilirdi.
Ondan sonra durum değişti. Rusya, işgali altında bulunan İran'dan bile,
1946'da askerlerini geri çekmek zorunluluğunda kaldı.
Rusya'nın Türklerden isteklerini, silah kuvvetiyle almayı
tasarladığına dair, herhangi bir kanıt yoktur. Eğer Rus: ya, baskısını
savaşa kadar götürseydi, Türkiye yalnız başına da savaşı kabul edecekti,
ve 1945'teki tutumlarına bakılacak olursa, ne müttefiki İngiltere, ne
de şimdi kurtarıcılığı ile övünen Amerika yardıma koşacaktı." 23
Amerika'nın ve İngiltere'nin, Türkiye’yi en güç günlerde Stalin'le
başbaşa bıraktıklarının bir başka tanığı Prof. Nihat ERİM'dir. Prof.
Erim, San Francisco Konferansında iken edindiği, konuya ilişkin izlenim
ve gözlemlerini YÖN Dergisi'ne yazdığı "Türkiye'nin Dış Politika
Sorunları" başlıklı anılarında şöyle anlatır:
"Türkiye derhal ABD'ye başvurdu ve dedi ki, Stalin'in isteklerine
hayır diyeceğim. Bana yardım edebilir misiniz?' Hasan Saka
başkanlığındaki kurulda ben de vardım. Amerika bize, 'savaştan yorgun
çıktık, herkes terhis edilmek istiyor. Onbin mili aşıp size yardım
olanaksız. Ruslarla, anlaşın' dedi.
Dönüşte Londra'ya uğradık. Dışişleri Bakanı Eden ile görüştük. Ondan
da aynı cevabı aldık. Eden, nerdeyse birliklerimizde isyan çıkacak,
anlaşın' diyordu. O tarihlerde, Harriman Moskova'da büyükelçi idi.
Ankara'da kendisi anlattı. "Batılı diplomatlar toplanıp, sabaha kadar
Rus ordularının sınırı aşmasını beklemişler…" 24
Yine o günlerde, İngiliz Entelijans Servisi'nin önde gelen
kişilerinden olan Kim Philby anılarında, "değil, 1945-1947 arasında
Türkiye'yi Sovyet tehdidinden korumak, Truman Doktirini'nden sonra bile,
Türkiye'nin korunmasının düşünülmediğini bir Sovyet işgali olursa,
gerilla savaşı hazırlığı yapıldığını" yazar ve der ki:
"Anglo amerikan planının böyle bir savaş patlar patlamaz Türkiye'yi
kendi kaderine terk etmek olduğu, Türklere açıklanamazdı. Kesin olarak
inanılıyordu ki, Türkler bu planlar hakkında en küçük bir kuşku
duyarlarsa, Batı'ya karşı güvenleri kalmayacaktır." 25
Bu değerlendirmeler, Türkiye'nin Sovyet tehdidi karşısında kaderi
ile başbaşa bırakıldığını gösterir. Ve Türkiye Cumhuriyeti 1947 yılının
22 Mayıs'ında kabul edilen Kongre Kanunu kapsamına (5123 sayılı yasa ile
yürürlüğe giren Yardım Antlaşması ile) girer.
Lord Curzon haklı çıkmıştır. Türkiye, emperyalizmin tuzağındadır
artık. Ve elbet New Conventional’deki"… bu bağımsızlık pek kısa olacak
ve eski durumu bir başkası üzerine alacaktır" kehaneti gerçekleşmiştir.
Bu kanunun giriş bölümünün, bizim ulusal kimliğimiz ile bağdaşmayan bir anlatım taşıdığını yukarda görmüştük.
Şimdi bu yasanın uygulaması olan 12 Temmuz 1947 Antlaşmasının giriş
bölümünü okuyalım. Ve bu teslimiyet belgesini tarihin yargısına
bırakalım.
"Türkiye Hükümeti, Türkiye'nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak
için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetinin takviyesini temin ve aynı
zamanda ekonomisinin istikrarını muhafazaya devam maksadıyla Birleşik
Devletler Hükümetinin yardımını istediğinden; ve "Birleşik Devletler
kongresi, 22 Mayıs 1947 de tasdik edilen kanun ile, Birleşik Devletler
Başkanı'na, Türkiye'ye her iki memleketin egemen bağımsızlığına ve
güvenliliğine uygun şartlar dairesinde, böyle yardımda bulunmak
yetkisini verdiğinden; yardımın, ABD'nin çıkarlarına uygun olduğu sürece
yapılacağı da antlaşmayla kabul edilmiştir.
Bu anlaşmayı imzalarken, Amasya Protokolü'ndeki şu ilkeyi de mi
unuttuğumuzu söylemeliyiz bilemiyorum? Ülkemizin dört yanı emperyalizmin
işgali altında, Mustafa Kemal'in deyimiyle, "bütün kaleleri zapt
edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış" olduğu
bir günde bile, Amasya'dan bütün dünyaya şöyle sesleniyorduk:
"Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve karan kurtaracaktır."
Amasya Protokolü ile dünyaya böyle haykıran bir ulusun, tam bağımsız bir
Cumhuriyet kurduktan sonra, emperyalizme sığınması, tarihin yargısında
aklanamayacaktır sanırım.
Türkiye'nin "özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak için" umutlarını
ABD yardımına bağlayanlara, Amasya Protokolü'nün bu tarihsel uyarısını
anımsatıyoruz.
Sivas Kongresi'nde bu tezle, yani mandacıların (güdümcülerin)
teziyle, Amasya Protokolündeki ilkeyi savunanların tezi çarpıştı.
Güdümcüler yenildi. Ve gerçekten, emperyalizme karşı ulusal
bağımsızlığımız, ulusun azim ve kararı ile kurtarıldı.
MUSTAFA KEMAL VE ABD GENERALİ
Sivas Kongresi'nde güdümcülerin yenilgisi üzerine, Amerikan
Hükümetinin temsilcisi olarak Doğu illerimizde incelemeler yapan General
Harbor, Mustafa Kemal ile konuşur. General Harbor'ın sorusu ve Mustafa
Kemal'in yanıtı, bu güne de ışık tutması yönünden çok ilginçtir. General
Harbor, Mustafa Kemal'e sorar: "Ulusça düşünülebilen her türlü girişim
ve özveride bulunduktan sonra da, başarı elde edilmezse ne yapacaksın"
Mustafa Kemal'in yanıtı şudur:
"Bir ulus varlığını ve bağımsızlığını korumak için, düşünülebilen
girişim ve özveriyi yaptıktan sonra, mutlaka başarır. Ya başaramazsa
demek, o ulusu ölmüş saymak demektir. Öyle ise, ulus yaşadıkça ve
özverili girişimlerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz."
Bugün" tam bağımsızlık yoktur, karşılıklı bağımlılık" vardır, ABD
bir Dünya devletidir, ona entegre olmalıyız. Bizimle kurmak istediği
stratejik işbirliğine hayır dememeliyiz," diyen yetkisizlere ve
umutlarını ABD yardımına bağlayanlara Mustafa Kemal'in, General Harbor'a
verdiği yanıtı anımsatıyoruz. Bilmem ki, emperyalizme entegre olmuş
beyinler bu sözlerin anlamını kavrayabilirler mi? Çünkü bunun için,
tarih bilinci ve sağlıklı bir kişilik gerekir.
Ne yazık ki Türkiye'nin son yarım yüzyılı, olaylara tarih bilinciyle eğilen kişiliklerin ezildiği ya da yok edildiği yıllardır…
Mustafa Kemal ile General Harbor, Sivas'ta konuşurlar. O sırada
Mustafa Kemal, Ulusal Direnişi örgütlemektedir. Ülkede, yer yer ulusal
boyuta ulaşacak direnişler vardır. Hem emperyalizm, hem de onun
denetimindeki İstanbul Hükümeti, bu direnişlere karşıdır. Ve General
Harbor, emperyalizm adına; bu direnişi ulusal bir davaya dönüştürecek,
silk-i askeriden tecrit edilmiş – askerlikten ayrılmış, -ferd-i millet-
ulusun bir bireyi olmuş Mustafa Kemal'le konuşur.
Mustafa Kemal General Harbor'u etkilemiştir. Bu sözlerin söylendiği
günlerdeki Türkiye ile, 1945'lerden sonraki Türkiye'nin karşı karşıya
bulunduğu tehlikeleri düşünerek, 1947 Antlaşması'nı tarih
değerlendirecektir diyoruz.
Bugün şöyle geriye baktığımızda, 1947'den bu yana geçen süreç,
Mustafa Kemal'i haklı çıkarmıştır. Ulusal siyasamızın ilkelerini
kendimiz saptamadıkça, Kıbrıs sorununun çözümü de, bu anlaşma dışında
kalamaz. Çünkü Kıbrıs sorununu Ortadoğu siyasasından soyutlayarak
düşünmek nasıl olanak dışı ise, Kıbrıs'ın ABD emperyalizmi için önemini
görmemek de o kadar yanlıştır. Bu nedenle, "Türkiye Cumhuriyeti başka
bir antlaşma ile hak sahibi olsa bile, Kıbrıs'a ancak ABD'nin izni ile
çıkabilir, "söylemi", ABD Hükümeti'nin Kıbrıs siyasasını çizmektedir.
Bu siyasanın ilkelerini, aslında, biz yıllarca önce kabul etmiş
bulunmaktayız. Bu nedenle Johnspn'ın, "sen benim iznim olmadan, benim
verdiğim silah, araç ve gereçleri kullanamazsın" uyarısını, bu uyarının
bizim yanılgımıza dayandığını bilmeden eleştirmek, gerçeği görmemektir.
Biz 1947 Antlaşması ile bunun dayanağını kendimiz vermişiz.
Yardımın ana ilkelerini saptayan Kongre Yasası'na göre, ABD yardımla
birlikte, yardım alan ülkelerin, iç ve dış siyasaları ve ekonomileri
üzerinde tam bir denetim kurmuştur.
Truman Doktrini'yle ilgili 12 Temmuz 1947 Antlaşması'nın ilgili
maddeleri incelendiğinde nasıl bir tuzağa düşürüldüğümüz daha iyi
anlaşılır. Örneğin:
"Madde 2: Türkiye Hükümeti yapılan yardımı tahsis edilmiş bulunduğu
gayeler uğrunda kullanacaktır. Sorumluluklarının icrası sırasında
görevini serbestçe yapabilmesini mümkün kılmak için, bu Hükümet Misyon
Şefine ve temsilcilerine, yapılan yardımın kullanılışı ve işleyişi
hakkında rapor, malûmat ve müşahede şeklinde isteyebileceği her türlü
kolaylık ve yardımı sağlayacaktır." 26
"Madde 3: Türkiye Hükümeti ile Birleşik Devletler Hükümeti, Türk ve
Birleşik Devletler Milletlerine bu anlaşma gereğince yapılan yardım
hususunda tam bilgi temini için işbirliği yapacaklardır."
Bu maksatla ve iki memleketin güvenliği ile kabili telif olduğu nispette:
1. Birleşik Devletler basın ve radyo temsilcilerine, bu yardımın
kullanılışını serbestçe müşahede etmelerine ve bu müşahedelerini tam
olarak bildirmelerine müsaade edilecektir.
2. Türkiye Hükümeti bu yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği
miktarı ve işleyişi hakkında Türkiye'de tam ve devamlı yayın yapacaktır.
27
Bu antlaşmayı okuduktan sonra, "yalnız Johnson değil, Lord Curzon da
haklı çıkmıştır," demek çok acı veriyor insana. Ama bu çıkmazdan
kurtulmak için de, o acıyı ta yüreğimizle duymak gerekmiyor mu?
Kaynak: M. EMİN DEĞER – OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE
Dipnotlar:
1 M.Fahri, agy. s. 26
2 Claude Julien, agy s. 43
3 Claude Julien s. 42-43.
4 Doğan Avcıoğlu, Türkiyenin Düzeni, s. 558 ve Özel arşivimden yapıtın Ekler Bölümünde, Ek 3'e bakınız.
5 M.Fahri, agy.s. 58.
6 Prof. Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, s.9.
* (*) Johnson'un mektubu üzerine TIME dergisine verdiği demeç, 14.06.1964 tarihli Milliyet gazetesi.
7 Harry Magdoff, agy. s. 162.
8 Hany Magdoff, agy. s. 173.
9 Harry Magdoff, agy. s. 55
10 Hany Magdoff, agy. s. 55
11 İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart, Üçüncü Basım, Cilt 2, s.299. 164
12 Türkiye ve Yunanistan'a Yardım Hakkında Kongre Kanunu, Ekler Bölümü,!.
13 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv…..Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, s. 113.
14 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, agy. s.113. (Yeryüzünde bir örneği daha
görülmemiş bu olay, elbet ABD için bundan sonraki uluslararası
ilişkilerde takınacağı tavra kaynaklık edecektir. Ve bizimle yapılan
1947 Anlaşması ve Dolaylı Saldırı Doktrini'ne dayalı sözleşme ile, bu
tutumun sürdürüldüğü görülmektedir.)
15 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, agy s. 114.
16 Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, s.542.
17 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, S. 1977
18 Doğan Avcıoğlu, agy. s. 2978
19 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi. Cilt, 3, s. 1572 (*)
"Boğazlar sorunu Türkiye ve Sovyetler arasında notaların gelgitleriyle
tartışılırken Truman yönetiminin Sovyet istemlerinin ABD güvenliğine
hedef olmadığı görüşünde" olduğu yıllar sonra Dış Politika Enstitüsü'nün
Dergisinde de ileri sürülmüştür. ( Dış politika Sayı. 4, S. 8 )
20 Doğan Avcıoğlu Milli Kurtuluş Tarihi s. 1573
21 Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, 1. cilt, s. 235-236
22 Şevket Süreyya Aydemir, agy. s. 236.
23 Doğan Avcıoğlu, agy. cilt 3 s. 1385.
24 Prof. Nihat Erim, Türkiye'nin Dış Politika Sorunları, Yön, s. 156.
25 Kim Philby'nin Hatıraları, Milliyet Gazetesi, 6 Nisan. 1968
26 Bu hüküm, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin ABD Yardım Misyonu
Şefince denetlenmesi anlamına değin, türlü biçimde yorumlanabilir.
27 ABD emperyalizminin propagandasını yapma zorunluluğu bu hükümle
yüklenilmiştir. Bu hüküm, öte yandan 5123 sayılı yasanın da hükmüdür.
Yani TBMM, ABD'nin propagandasını yapmayı yasa ile kabul etmiştir.